Monday, July 27, 2009

Hakikat Üzerine -Jiddu Krishnamurti

S:13) "Bende önceki konuşmalarınızın sonucunda bir anı ve canlı bir izlenmi oluştu.Bu hangi anlamda eksik bir deneyimdir?" diye soruluyor.Açıkçası, o deneyim yalnızca bir izlenimse, bir anıysa, eksik bir deneyimdir.Eğer söyleneni anlarsanız, hakikatini görürseniz, o hakikat bir anı değildir.Hakikat bir anı değildir, çünkü hakikat her zaman yenidir; kendini sürekli dönüştürür.Önceki konuşmaya ilişkin bir anınız var.Neden?Çünkü önceki konuşmayı bir rehber olarak kullanıyorsunuz, onu tam olarak anlamamışsınız.Önceki konuşmaya girmek istiyorsunuz; bilinçli ya da bilinçsiz olarak bu konuşma sürüyor.Ama eğer bir şeyi eksiksiz olarak anlarsanız, bir başka deyişle, bir şeyin hakikatini bütünüyle görürseniz, hiçbir anının olmadığını da görürsünüz.

Eğitimimiz belleğin geliştirilmesi ve güçlendirilmesine yönelik.Dinsel ibadetleriniz ve törenleriniz, okuduğunuz ve bilginiz belleği güçlendirir.Bununla ne demek istiyoruz?Neden anıya, belleğe tutunuruz?Yaşlandıkça geçmişe, geçmişteki sevinçlere, acılara, hazlara baktığınızda, genç bir insanın ise geleceğe baktığına dikkat ettiniz mi bilmiyorum.Bunu neden yapıyoruz?Neden bellek bu kadar önemli?Çok basit ve açık; şimdide bütünsel, eksiksiz olarak nasıl yaşayacağımızı bilmediğimiz için.Şimdiyi gelecek için bir araç olarak kullanıyoruz, bu nedenle şimdinin hiçbir önemi yok.Şimdiyi geleceğe geçiş aracı olarak kullandığımız için şimdide yaşayamıyoruz.Bir şeye dönüşeceğim için hiçbir zaman kendimi tam olarak anlayamıyorum.Kendimi anlama -şimdi tam da neysem öyle anlamak- belleği geliştirmeyi gerektirmez; tam tersine bellek, 'olan'ı anlamaya engeldir.
Yeni bir düşüncenin, yeni bir duygunun ancak zihnin belleğin ağına yakalanmadığı zaman geldiğine dikkat ettiniz mi bilmiyorum.İki düşünce, iki anı arasında bir aralık vardır; korunabildiğinde, bu aralıktan artık bellek olmayan yeni bir varlık hali açığa çıkar.Anılarımız var; bu anıların sürekliliğinin tek çaresi belleğin geliştirilmesidir.Başka bir deyişle; bellek geliştirildiği sürece 'ben'(me) ve 'benim'(mine) son derece önem kazanır; pek çoğumuz 'ben'den ibaret olduğumuz için, bellek yaşamımızda önemli bir rol oynar.Belleğimiz olmasaydı, malınızın, ailenizin, fikirlerinizin böylesi bir önemi olmazdı.Öyleyse 'ben' ve 'benim'i güçlendirerek belleği geliştirirsiniz.Ama eğer gözlemlerseniz, iki düşünce, iki duygu arasında bir aralığın olduğunu görürsünüz.Belleğin ürünü olmayan bu aralıkta, 'ben'den ve 'benim'den olağanüstü bir özgürlük vardır ve bu aralık zamandan bağımsızdır.
Soruna farklı bir biçimde bakalım.Kuşkusuz, bellek zamandır; öyle değil mi?Başka bir deyişle, bellek dünü, bugünü ve yarını yaratır.Dünün belleği bugünü koşullar ve böylece yarını biçimlendirir.Başka bir deyişle, geçmiş şimdi aracılığıyla geleceği yaratır.Sürüp giden bir zaman süreci vardır ve bu olma isteğidir.Bellek zamandır; zaman içinde bir sonuca varmayı umarız."Bugün bir sekreterim, ama zaman ve olanak tanınırsa, yönetici ya da işveren olurum." Zamanımızın olması gerekir; aynı mantıkla "Gerçekliğe ulaşmalıyım, Tanrıya yaklaşmalıyım" deriz.Bu nedenle
, gerçekleştirmek için zamanımızın olması gerekir; bir şey olmak için, başarmak, kazanç elde etmek için, belleği uygulamalarla, disiplinle geliştirmem ve güçlendirmem gerekir; bu da zamanda süreklilik anlamına gelir.Zaman içinde zamansızlığa ulaşmayı, sonsuz olanı elde etmeyi umarız.Bunu yapabilir misiniz? Sonsuz olanı, zamana bağlı olan bellek yolula zaman ağı içinde yakalayabilir misiniz?
Ancak 'ben' ve 'benim' olan bellek sona erdiğinde zamansız olan var olabilir.Bunun hakikatini --zamansız olanın zaman içinde anlaşılamayacağı ya da elde edilemeyeceği hakikatini-- anlarsanız, o zaman bellek sorununa girebilirsiniz.Teknik şeylere ilişkin bellek gereklidir; ama kendinin, 'ben'in ve 'benim'in varlığını sürdüren, ona kimlik veren, kendi sürekliliğini sağlayan psişik bellek, yaşama ve gerçekliğe tamamıyla zararlıdır.İnsan bunun hakikatini anladığında yanlış ortadan kaybolur; böylece dünkü deneyimin psişik olarak saklanması söz konusu değildir.
--
s:15) Bir başkasıyla düşmanlık içinde yaşıyoruz, çünkü 'ben' ve 'benim' bellek yoluyla güçleniyor.Bellek şimdideki edimler yoluyla yaşam bulur; belleğe şimdi aracılığıyla yaşam veririz, yaşam vermediğimiz zaman bellek yok olup gider.Dolayısıyla olgulara, teknik şeylere ilişkin bellek kuşkusuz gereklidir, ama psişik düzeyde saklayıcı olan bellek, yaşamı anlama, bağ kurma konusunda zarar vericidir.
--
s:17) Yaşam yalnızca bilincin bir katmanı değildir; yalnızca bir yaprak, bir dal değildir; yaşam bütünsel, eksiksiz bir süreçtir.Yaşamın güzelliğini, yüceliğini, acılarını, üzüntülerini, sevinçlerini anlamadan önce bütünsel süreci anlamamız gerekir.Bütün bir varlık halini, bilinç halini anlamak olan bilinçaltını boşaltmak için onun neden oluştuğunu anlamamız gerekir; koşullanmaların çeşitli biçimlerinin farkında olmamız gerekir; bu koşullanma biçimleri ırka, aileye, gruba ilikin anılardır; tanımlanmamış bazı deneyimlerdir.İnsan bu anıları çözümleyebilir, tek tek yanıtları, anıları alıp ortaya çıarabilir; konunun içine dalabilir ve onu çözebilir; ama bunun için insanın sonsuz zamana, sabra ve özene gereksinimi vardır.Kuşkusuz farklı bir yaklaşım biçim daha olmalıdır.

Bunun hakkında düşünmüş herhangi biri bir yanıt alıp onu çözümlemeye, izlemeye, çözmeye ve bunu her yanıta uygulamaya alışıktır; eğer insan bir yanıtı tam olarak çözümlerse ya da çözümlemede bazı şeyleri kaçırırsa, o zaman geri adım atar ve günlerini bu verimsiz süreç içinde harca.Belleği bütün koşullandırmalarından özgürleştirmek için farklı bir yaklaşım olmalıdır, öyle ki zihin her an yeni bir halde olabilsin.Bu nasıl yapılacak?Sorunu anlıyor musunuz?Sorun şu: Yaşamı eski anılarla, eski geleneklerle, eski alışkanlıklarla karşılamaya alışmışız; bugünü dünle karşılıyoruz.Peki insan bugünü, şimdiyi, dünün düşüncesi olmadan karşılayabilir mi?Kuşkusuz bu yeni bir soru, değil mi?Biz adım adım ilerleme, her yanıtı çözümleme, uygulama ve disiplin yoluyla çözme gibi eski yöntemleri biliyoruz.Böyle bir yöntem zamanı zorunlu kılar; zamanı koşullanmadan kurtulmak için kullandığımızda, zaman yalnızca koşullanmayı güçlendirir.Eğer zmaanı kendimi özgürleştirmek için kullanırsam, bu süreç içinde koşullanırım.

Dolayısıyla ne yapmalıyım?Yeni bir soru olduğu için ona yeni bir biçimde yaklaşmam gerekir.Başka bir deyişle, insan hemen, bir anda özgür olabilir mi?Bellekten başka bir şey olmayan zaman öğesi olmaksızın yenilenme olabilir mi? Yenilenmenin , dönüşümün şimdi olduğunu söylüyorum, yarın değil; ve bu dönüşüm yalnızca dünden tamamıyla özgürleşildiğinde gerçekleşir.İnsan dünden nasıl özgür olabilir? Şimdi bu soruyu sorduğum zaman zihninizde ne oluyor?Zihninizin yeni olması gerektiğini dününüzünse olmaması gerekiğini anladığınız zaman, zihninizin hali nedir?Modern bir tabloyu anlamak istiyorsanız, ona klasik eğitiminizle yaklaşmamanız gerekir.Bunu bir olgu olarak kavrarsanız, klasik eğitiminize ne olur?Modern bir tabloyu anlama niyetinin olduğu yerde klasik eğitiminiz yoktur -- karşınıza çıkan yeni bir şeydir, onu dünün perdesi arasından anlayamacağınızı kavrarsıız.Bunun hakikatini gördüğünüz zaman dün yok olur, tam anlamıyla dünden arınırsınız.

Dünün şimdiyi dönüştüremeyeceği hakikatini görmeniz gerekir.Koşullanmaları tam anlamıyla kaldıran yalnızca hakikattir ve olanın hakikatini görmek büyük bir dikkat gerektirir.Dikkat dağıldığı sürece tam bir dikkat olmadığına göre, dikkatin dağılmasıyla ne demek istiyoruz?Arasından seçim yaptığınzı ve zihninizi üzerinde sabitlediğiniz pek çok ilgi alanı olduğunda, zihninizi o merkezi ilgi alanından uzaklaştıran başka herhangi bir ilgi alanının olmasına dikkatin dağılması dersiniz.Peki bir ilgi alanı seçibilir ve onun üzerinde yoğunlaşabilir misiniz? Neden bir ilgi alanı seçersiniz ve diğerlerini dışlarsınız? Bir ilgi alanı seçersiniz, çünkü daha kazançlıdır; bu nedenle seçiminiz kazan ve elde etme arzusuna dayanır.Elde etme arzusu olduğu an, dünşüncenizi merkezi ilgi alanından uzaklaştıran her şeye, dikkatinizi dağıttığı için, direnç göstermek zorundasınız.Biyolojik şehvetten başka merkezi bir ilgi alanınız var mı? Merkezi bir ilgi alanınızın olup olmadığını gerçekten soruyorum.Yoksa dikkatiniz de dağılmaz -- yalnızca ilgi alanının olmadığı bir halde yaşarsınız.Hakikati anlamak isteyen kişi, ona bölünmemiş dikkatini vermek zorundadır ve bu bölünmemiş dikkat ancak hiçbir seçim, dolayısıyla dikkatin dağılması fikri olmadığı zaman açığa çıkar.Dikkatin dağılması söz konusu değildir, çünkü yaşam bir devinimdir ved insan bu bütünsel devinimi anlamalı, onu ilgil alanı ve dikkat dağılması diye ikiye ayırmamalıdır.Dolayısıyla insan her şeye onun hakikatini ya da yanlışlığını görmek için bakmalıdır.Hakikati görmek bilinci dünden kurtarır.Bunu kendi kendinize deneyebilirsiniz.Milliyetçiliğin hakikatini görmek, yandaşlık ve karşıtlık tartışmalarına kapılmamak için bu konunun derinine girmeli ve sorunun bütün yanlarına açık olmalısınız.Kınamadan ya da yargılamadan milliyetçilik sorununun farkına vardığınızda, onun yanlış olduğu hakikatini gördüğünüzde, bu konudan bütünüyle özgürleştiğinizi görürsünüz.Öyleyse kişiyi özgürleştiren yalnızca hakikatin algılanmasıdır; hakikati görmek, almak için dikkatin odaklanması gerekir bu da görmek ve anlamak için kalbinizi, zihninizi vermeniz gerektiği anlamına gelir

Rajghat , 23 Ocak 1949

s:22) Birçok kişi hakikatin durağan olduğunu, bu nedenle bir gurunun insanı hakikate yönlendirebileceğini düşünüyor gibi.Birisinin sizi bir durağa yönlenirebileceği gibi bir gurunun da sizi hakikate yönlendirebileceğini düşünüyorsunuz.Bunun anlamı hakikatin durağan olduğudur; peki ama hakikat durağan mıdır? Öyle olmasını istersiniz; çünkü durağan olan hoşnut edicidir; en azından ne olduğunu bilirsiniz ve ona tutunabilirsiniz.

s:24)... Dolayısıyla hakikat andan ana yaşayan bir şeydir -- inanılacak, anılacak, kurallaştırılacak bir şey değil, keşfedilecek bir şeydir.Ama hakikati görmek için zihniniz ve kalbiniz son derece esnek ve tetikte olmalıdır.Ne yazık ki birçoğumuz esneki tetikte ve atik bir zihin istemiyoruz; mantralarla, ritüellerle uykuya dalmayı istiyoruz.Kendimizi birçok yoldan uyutuyoruz! Kuşkusuz belirli bir çevreye, belirli bir ortama, tek başınalığa --yalnızlığın peşinden gitmek ya da ondan sakınmak değil ama dikkatin tam olduğu bir tek başınalığa-- gereksinmemiz var.Bu tek başınalık, tam dikkat hali, yalnızca sorunlarınızın gerçekten yoğun olduğu zaman vardır.Eğer bir arkadaşınız varsa; size yardım edebilecek herhangi biri varsa ona gidersiniz; ama kuşkusuz ona gurunuzmuş gibi davranmanız olgunluktan uzak, son derece çocukçadır.Annenizin eteklerine sarılmak gibi bir şeydir.

s:25)Yalnızca çaresizliğe düşmüş, aciz kalmış bir zihin gerçekliği bulabilir.Hoşnut, saygın, inançlarla kuşatılmış bir zihin değil hiç hoşnut olmayan bir zihin gerçekliğe sıçrayabilir.

Yalnızca ilişki içinde olgunlaşırsınız; sevgide olgunlaşırsınız, hoşnutlukta değil.Ama kalbiniz solmuş; onu zihne ait şeylerle doldurmuşuz, bunun için onu bir öğretmenle, bir başkalarına zihnimizi onların yarattıklarıyla doldurmak için bel bağlıyoruz.Sevgimiz olmadığı için onu bir öğretmenle, bir başkasıyla bulmaya çalışıyoruz.Sevgi bulunabilecek bir şey değildir.Onu satın alamazsınız, kendinizi onu bulmaya adayamazsınız.Sevgi ancak siz olmadığınız zaman vardır.Doyum aradığınız, kaçtığınız, ilişkinizdeki karmaşayı anlamayı kabul etmediğiniz sürece yalnızca kendinize önem vermiş olursunuz, bu nedenle sevgi yadsınır.

s:26) ...Bizim yapmaya çalıştığımız şey kendi kalbimizdeki şarkıyı bulmak, başkasının şarkısını dinlemek değil.birçok insan başkasının şarkısını dinlemeye alışmış, dolayısıyla kalpleri boş, her zaman da boş olacak, çünkü onlar kalplerini başkasının şarkısıyla dolduruyorlar.Sizin şarkınız değil, demek ki yalnızca bir gramofonsunuz.Psişik durumunuza göre plak değiştiriyorsunuz; müzisyen siz değilsiniz.Özellikle işlerin zor ve dertlerin ağır olduğu zamanlarda her birimiz müzisyen olmak zorundayız; şarkıyla kendimizi yeniden yaratmak zorundayız; bunun anlamı kalbi doldurmuş olduğu şeylerden özgürleştirmek ve boşaltmaktır.Dolaıyısıyla zihnin yarattıklarını anlamak ve bu yaratılanların hakiki olmadığnı görmek zorundayız.O zaman kalbimizi bu yaratılanlarla doldurmayız.Kalp boş olduğu --külllerle dolu olmadığı-- zaman zihin sessizdir, o zaman yok edilemez ve çarpıtılamaz bir şarkı vardır, çünkü zihnin ürünü değildir.

Rajahmundry, 20 Kasım 1949

s:29) İlk olarak bir gurunun karmaşayı sona erdirip erdiremeyeceğini inceleyelim.Kendi yanıtlarımızın ürünü olan karmaşayı bir başkası sona erdirebilir mi?Bu karmaşayı biz yarattık.İçte ve dışta, her düzeyde var olan bu savaşı, bu sefaleti bir başkasının yarattığını mı düşünüyorsunuz?Bunlar kendinin bilgisinden yoksun olmamızın sonucudur.Kendimizi, çatışmalarımızı, yanıtlarımızı, sefaletimizi anlamadığımız için, bu karmaşadan kurtulmamıza yardım edeceğini düşündüğümüz bir guruya gideriz.Kendimizi yalnızca şimdiyle olan ilişkide anlayabiliriz; bu ilişkinin kendisi gurudur; dışarıda bir şey değildir.Eğer bu ilişkiyi anlamazsam guru ne derse desin yararı yoktur; çünkü malımla, insanlarla, fikirlerle ilişkimi anlamazsam içimdeki çelişkiyi kim çözebilir? Bu çelişkiyi çözmek için kendimi anlamak zorundayım; bu, ilişki içinde kendimin farkına varmam gerektiği anlamındadır.Farkına varmak için hiçbir guruya gereksinim yoktur.Eğer kendimi bilmiyorsam guru ne işe yarar ki?

s:31) Zihin bilinenin aletidir; bu nedenle bilinmeyeni bulamaz; zihin yalnızca bilinenden bilinene geçer.Zihnin kitaplardan okuduğu hakikati aradığı zaman, bu 'hakikat' kendinin yansıttığı bir şeydir; o zaman zihnin yalnızca bilinenin, öncekinden çok daha doyurucu bir bilinenin peşinden koşar.Zihin hakikati aradığında kendi yansımasını arıyordur, hakikati değil.İdeal de kendinin yansımasıdır; kurmacadır, gerçek değildir.'Olan' gerçektir, tersi değil.Ama gerçekliği, Tanrıyı arayan zihin bilineni arıyordur.Tanrıyı düşündüğünüz zaman, Tanrınız düşüncenizin yansımasıdır, toplumun etkilerinin sonucudur.Yalnızca bilinen düşünebilirsiniz; bilinmeyeni düşünemezsiniz, hakikat üzerine yoğunlaşamazsınız.Bilinmeyeni düşündüğünüz an, o yalnızca üzerine kendinizi yansıttığını bir bilinendir.Dolayısıyla Tanrı ya da hakikat üzerine düşünülemez.Eğer düşünürseniz, o hakikat olmaz.Hakikatin peşinden koşulamaz; o size gelir.Yalnızca bilinenin arkasından gidebilirim.Ancak zihin bilinen tarafından, bilinenin etkileri tarafından işkence görmediği zaman hakikat kendini ortaya çıkarabilir.Hakikat her yapraktadır, her gözyaşındadır; andan ana bilinmek zorundadır.Hik kimse sizi hakikate götüremez; götürdüğü şey ancak bilinen olabilir.

Bombay, 12 Mart 1950

s:33) ...Önemli olan gerçekliği çaba, istenç, mücadele, uğraş yoluyla keşfedip keşfedemeyeceğinizi bulmak.Bunlar anlamayı sağlar mı? Kuşkusuz hakikat uzaktaki bir şey değil, günlük yaşamdaki küçük şeylerde, her sözcükte, her gülümsemede, her ilişkide; yalnızca onu nasıl göreceğimizi bilmiyoruz; deneyen, mücadele eden, cesurca kendini disiplin ve denetim altına sokan kişi hakikati görebilir mi? Disiplin ve denetim altına alınmış, çaba sonucunda daraltılmış bir zihin hakikati görebilir mi? Kuşkusuz göremez.

Ancak sessiz bir zihin hakikati görebilir, görmek için çabalayan bir zihin değil.Söylediklerimi duymak için çaba gösterirseniz duyar mısınız? Yalnızca dingin olduğunuz zaman, gerçekten sessiz olduğunuz zaman anlarsınız.Eğer yakından gözlemlerseniz, sessizce dinlerseniz, o zaman duyarsınız; ama eğer söylenen her şeyi yakalamak için mücadele ederseniz, kendinizi zorlarsanız, bu çabalama sırasında enerjiniz boşa tüketilir.Dolayısıyla hakikati çabalayarak bulamazsınızİ bunu kimin söylediği önemli değil, eski kitaplar, eski azizler ya da çağdaş kişiler, hiç fark etmez.Çaba anlayışın yadsınmasıdır; yalnızca dingin, basit ve sessiz bir zihin, kendi çabalarıyla sınırını zorlamayan bir zihin -- ancak böyle bir zihin hakikati anlayabilir, hakikati görebilir.Hakikat uzakta bir şey değildir; hakikate giden hiçbir yol yoktur, ne sizin yolunuz ne de benim yolum.Kendinizi adayacağınız bir yol, bilgiye ya da eyleme bağlı bir yol da yoktur, çünkü hakikatin yolu yoktur.Hakikate giden bir yolunuz olduğu an hakikati bölersiniz, çünkü yl dışlayıcıdır, başlangıçta dışlayıcı olan sonda da dışlayıcıdır.Bir yol izleyen kişi hakikati asla bilemez, çünkü dışlayarak yaşar; yolu dışlayıcıdır, yol ise sondan ayrı değildir.Eğer yol dışlayıcıysa son da dışlayıcıdır.

Dolayısıyla hakikatin yolu yoktur ve iki tane hakikat yoktur.Hakikat geçmiş ya da şimdi değildir, zamansızdır; Buda'nın İsa'nın Şankara'nın hakikatini örnek alan ya da benim söylediklerimi yineleyen biri hakikati bulamaz,çünkü yinelemek hakikat değildir.Yinelemek yalandır.Hakikat bölme, dışlama peşinde koşan, yalnızca sonuçlara , başarmaya bağlı olarak düşünülebilen zihin sona erdiğinde açığa çıkan bir varlık halidir.Ancak o zaman hakikat olabilir.Bir sona ulaşmak için kendini disiplin altına sokan, çabalayan zihin hakikati bilemez, çünkü son kendisinin yansıttığı bir şeydir, ne kadar soylu olursa olsun bu yanılsamayla uğraşmak kendine tapınmanın bir biçimdir.Böyle bir varlık kendine tapındığı için hakikati bilemez.

Ancak zihnin bütün sürecini anladığımız zaman, başka bir deyişle çekişme olmadığı zaman hakikat bilinebilir.Hakikat bir olgudur ve olgu ancak zihinle olgu arasında girmiş çeşitli şeyler ortadan kaldırıldığı zaman anlaşılabilir.Olgu malınızla, eşinizle, insanlarla, doğayla fikirlerle olan ilişkinizdir.İlişki olgusunu anlamadığınız sürece, Tanrı arayışınız yalnızca karmaşayı arttırır, çünkü bu bir şeyin yerine başka bir şey koymaktır; bir kaçıştır ve bu nedenle hiçbir anlamı yoktur...Zihni dinginleştiren tutkunun yadsınması değildir.Erdem kötünün yadsınması değildir.Erdem bir özgürlük halidir; kötünün sağlayamayacağı bir düzen halidir ve kötünün anlaşılması erdemin bina edilmesidir...Yalnızca hakikati aramayan, uğraş vermeyen, bir sonuca ulaşmaya çalışmayan kişi hakikati bilebilir.Zihnin kendisi bir sonuçtur, ve ne üretirse üretsin, ürettiği de yine de bir sonuç olacaktır.Ama 'olan'dan hoşnutluk duyan kişi hakikati bilebilir.Hoşnutluk kurulu düzeni yeterli bulmak, her şeyi olduğu gibi kabullenmek değildir -- hoşnutlu böyle bir şey değildir.Bir olguyu hakikaten görmek ve ondan özgür olmakta hoşnutluk vardır ve bu erdemdir.Hakikat sürekli değildir, sonsuza dek kalacağı bir yere sahip deildir, ancak andan ana görülebilir.Hakikat bugünkü hakikat değildir, bugünkü hakikat de yarınki hakikat değildir.Hakikatin sürekliliği yoktur.Hakikat dediği bir deneyimi sürekli kılmaya çalışan, zihnin kendisidir.Hakikat her zaman yenidir; bu aynı gülümseyişi gördüğünüz halde onu yepyeni bir biçimde görmektir; aynı insanı gördüğünüz halde onu yepyeni bir biçimde görmektir, rüzgarda sallanan ağaçları, yaşamı yepyeni bir biçimde karşılamaktır.
Hakikat kitaplar, bağlılık ya da kendini adama yoluyla elde edilemez; o yalnızca zihin özgür, dingin olduğu zaman bilinir.Zihnin bu özgürlüğü ve dinginliği ancak zihnin olgularla ilişkisi anlaşıldığı zaman gerçekleşir.İlişkilerini anlamaksızın zihnin yapacağı her şey yalnızca daha çok sorun yaratır.Ama zihin kendi yansıttıklarının bütününden özgür olduğu zaman, sorunların sona erdiği bir dinginlik hali oluşur; ancak o zaman zamansız, sonsuz olan ortaya çıkar.Hakikat bilinecek bir şey değildir, anımsanacak, yinelenecek, yazılıp dağıtılacak bir şey değildir.Hakikat 'olan'dır.Adı yoktur, dolayısıyla zihin ona yaklaşamaz.

Londra 23 Nisan 1952

s:38) Olguya bakma deneyiminin sonucu olarak bir fikir üretiriz.Olguya fikir üretmeden, doğrudan bakma yetkinliğimiz yoktur.Böylece, bu ürettiğimiz fikri eyleme geçirmeye koyuluruz.Sonra fikir ve eylem arasındaki boşluğa köprü kurmaya çalışırız -- bunda da çaba sözkonusudur.

Peki hakikate fikirler üretmeden bakamaz mıyız?Bu bir çoğumuzda neredeyse içgüdüseldir; önümüze doğru bir şey konduğu zaman hemen onunla ilgili bir fikir üretiriz.Eğer bunu neden içgüdüsel olarak, bilinçsiz olarak yaptığımızı anlayabilirsek, sanırım o zaman çabadan özgürleşmenin olanaklı olup olmadığını da anlayabiliriz.

O zaman neden hakikate ilişkin fikirler üretiriz.?Bunu bulmak kuşkusuz önemli, değil mi?Ya hakikati olduğu gibi , apaçık görürüz ya da görmeyiz.Ama neden hakikati ertlemeyi, bir sonuç umudunu gerektiren bir resmimiz, simgemiz, söcüğümüz imgemiz var?Dolayısıyla zihnin neden bu ya da şu olmalıyım, bağımlılıktan kurtulmalıyım diye bir imge yaratma, bir fikir üretme sürecine tarafsız ve dikkatli bir biçimde girebilir miyiz?Çok iyi biliyoruz ki bir şeyi açık seçik gördüğümüz, onu dolaysızca deneyimlediğimiz zaman, ondan özgürleşiriz.Yaşamsal olan bu dolaysızlıktır, bütün dizgelerin, felsefelerin, bozucu örgütlerin üzerine yapılandıkları hakikat resmi ya da simgesi değil.Dolayısıyla, zihnin bir şeyi doğrudan ve basitçe görmek, onun hakikatinin anından deneyimlemek yerine, neden hakikate ilişkin bir fikir ürettiğini bulmak önemli değil mi?

...Zihin alışkanlıklar içinde yaşamayı sever, çünkü alışkanlıklar olmadan zihin yiter.Alışılmış kalıplar, alışkanlık haline gelmiş yanıtlar olmasa, zihin karışır, kuşkuya düşer.

...Zihin bir sonuç arar; bağımlılığın yıkıcı olduğunu görür, bu nedenle ondan özgür olmak ister.Ama özgür olma arzusu fikri üretir.Zihin özgür değildir; ama özgür olma arzusu , elde edilmesi gerekn bir amaçmış gibi bir özgürlük fikri yaratır.Böylece çaba ortaya çıkar.Ama bu çaba ben-merkezlidir; özgürlük getirmez.Bir insan yerine, bir fikre ya da bir imgeye dayanırsınız.Dolayısıyla çabanız içe kapanmaya yöneliktir; özgürleştirici değildir.

Peki zihin alışkanlıklara kapıldığını fark ederek bunlardan özgür olabilir mi --sonuçta gerçekleşecek bir amaç olarak özgürlüğe ulaşmak geretiği fikini değil, zihnin alışkanlıklara kapıldığı hakikatini görebilir mi, bunu doğrudan deneyimleyebilir mi?Benzer biçimde, zihin aralıksız olarak kendi için kalıcılığın, ulaşacağı bir amacın, bir Tanrının , bir hakikatin , bir erdemin bir varlık halinin peşinden koştuğunu, böylece bütün karmaşıklığıyla bu istenç eyleminin ortaya çıktığını anlayabilir mi?Bunu anladığımızda, bir şeyin hakikatini, sözlü anlatımın bütün araçları olmaksızın, doğrudan deneyimlemek olanaklı değil mi?Bir olguyu nesnel olarak görebilirsiniz, bunda fikir oluşturma yoktur; fikir, simge, arzu yaratma yoktur.Ama öznel olarak , içsel olarak durum tamamıyla farklıdır.Bir sonuç istediğimiz için, bir şey olma, başarma, dönüşme arzusu vardır -- bütün çaba bundan doğar.

Hissettiğim o ki, hakikatin andan ana, hiçbir çaba olmadan görülmesi, doğrudan deneyimlenmesi tek yaratıcı varoluştur; çünkü yalnızca tam dinginlik anlarında bir şey keşfedersiniz --isterm mikroskop altında istrerse içsel olsun bir çaba gösterdiğimiz sırada değil.Zihnin altüst olmadığı, alışkanlıklara kapılmadığı, bir sonuca ulaşmaya çalışmadığı, bir şey olmaya çabalamadığı zaman --zihin bütün bunları yapmadığı, gerçekten dingin olduğu, hiçbir çaba , hiçbir devinim olmadığı zaman --ancak o zaman yeni bir şey keşfetme olanağı vardır.

Kuşkusuz bu kendinden özgürlüktür; dışsal simgelerin, sahip olduğunuz şu ya da bu erdemin değil, 'ben'in (me) olumsuzlanmasıdır.Özgürlük, kendi süreçlerinizi, bilinci olduğu kadar bilinçaltını da anladığınız zaman gerçekleşir.Bu, zihnin farklı süreçlerini tam olarak ele aldığınız zaman olanaklıdır.Çoğumuz bir gerginlik hali içinde , sürekli çaba göstererek yaşarız; çabanın karmaşıklığını anlamak, çabanın erdem getirmediği, çabanın yalnızca hakikatin --doğrudan deneyimlemenin-- verebileceği özgürlüğü veremez.Bunun için insan, zihni anlamak zorundadır. --kendi zihnini, başkasının zihnini değil, başkasının zihinle ilgili söyledikilerini değil.Yazılmış tüm kitapları okuyabilirsiniz, ama bunların hiçbir yararı olmayacaktır.Kendi zihninizi gözlemlemeli, onun daha derinlerine inmeli ve bunu yaparken olan'ı doğrudan deneyimlemelisiniz.Çünkü zihne ait şeyler içinde değil orada canlı bir nitelik vardır.Zihnin, kendi süreçlerini bulması için, kendi alışanlıklarıyla çevrelenmiş olmaması gerekir, bakmak için zaman zaman özgür olmalıdır.Bu nedenle, bütün bu çaba sürecini anlamak önemlidir; çünkü
, çaba özgürlük getirmez.Çaba bir kişiyle ya da birçok kişiyle olan ilişkide, yalnızca dışsal olduğu kadar içsel olarak da gitgide daha içe kapanmaya yöneliktir, daha yıkıcıdır.

s:44)Lütfen şimdi dikkatle dinleyin; bir olgu, bir hakikat olduğunda, ancak şeyi bütünüyle , bölünme olmadan deneyimleyebildiğim zaman anlayışın olduğunu göreceksiniz --acıyı gözlemleyen 'ben' (me) ayrıştığı zaman değil.Hakikat bu.Peki buna ilk gösterdiğiniz tepki ne? "İkisi arasına nasıl köprü kurarım?" demek ilk verdiğiniz yanıt, tepki, değil mi?Bende farklı varlıkların olduğunu ayrımsarım --düşünen ve düşünce, deneyimleyen ve deneyim, acı çeken ve acıyı gözlemleyen.Bir bölünme, bir ayrım olduğu sürece çatışma vardır.Ancak bütünleşme olduğu zaman üzüntüden özgürleşilir.Hakikat bu, olgu bu.Ona nasıl bir yanıt veriyorsunuz?O şeyi o anda doğrudan deneyimliyor musunuz? yoksa "Bölünmüş iki varlık arasına nasıl köprü kurarım?" İçgüdüsel yanıtınız bu değil mi? Eğer öyleyse hakikatı görmüyorsunuz.Bütünleşmeyi nasıl sağlayacağınıza yönelik sorunuzun hiçbir değeri yok.Çünkü şeyi ancak tam olarak, bütünsel olarak, kendimde hiçbir bölünme olmadan görebilirsem, üzüntü dediğim şeyden özgürleşme olasılığım vardır.
Dolayısıyla, insan üzüntüye nasıl baktığını bulmak zorundadır.Bir öğretmenin, bir yetkenin, kitapların ya da herhangi birinin söylediklerini değil, sizin ona nasıl baktığınızı, içgüdüsel olarak yaklaştığınızı bulmalısınız.O zaman, kuşkusuz, zihninizde gerçekten bir bölünmenin olduğu sürece üzüntü olmak zorundadır.Üzüntüden özgür olmak, üzüntüye karşı koymak, açıklamalar aramak, engel olmak arzusu varsa üzüntü bir gölgeye dönüşür, bir kovalamaca sürüp gider.

Poona , 10 Eylül 1958

s:50)


Kabul etmeden, yadsımadan ya da eleştirmeden önce konuşmacının söyleyeceklerini anlamalısınız. Öncelikle onun ne demek istediğini, niyetinin ne olduğunu bulmalısınız. Konuşmacı abartabilir, vurguyu yanlış yapabilir, ama bütün bunları dinleyerek içeri almalısınız. O zaman siz ve ben doğru bir ilişki kurabiliriz. Söyleyeceklerimin kabul edileni, geleneği, her şeyi alt üst edeceğini düşünüyorum. Söylenenlerin gerçekten ne olduğunu bulmadan önce lütfen savunma duvarları örmeye girişmeyin. Tepkilerinizi söyleyeceğim şeylerin sonuna kadar tutun; eleştirme, yadsıma, kabul etme ya da konunun ayrıntısına girme hakkınız olduğu zaman bunu istediğiniz gibi yaparsınız. Ama o zamana kadar hemen tepki vermemenizi öneririm. Dostça dinleyin, açık bir zihinle; dediklerimi kabul etmeyin, yadsımayın ya da öylece almayın, kimi yetkelerin sözlerini alıntılayarak karşı çıkmadan dinleyin, çünkü ben yetkeye inanmam.

Hakikate yetkeyle varılmaz. Hakikat andan ana keşfedilmelidir. O kalıcı, dayanıklı, sürekli bir şey değildir. Her dakika, her saniye bulunması gerekir. Bu çok büyük bir dikkat ve zihinsel bir çeviklik gerektirir. Eğer yalnızca yetkelerden alıntı yaparsanız, Tanrının olup olmadığı varsayımlarında bulunursanız, hakikati anlayamazsınız, ya da daha doğrusu, gelmesi için ona olanak sağlayamazsınız.

Lütfen bu noktayı iyice anlayalım; hakikate, Tanrıya ya da her ne ad verirseniz o şeye, herhangi bir süreç, disiplin ya da bir tür meditasyonla ulaşamazsınız. O çok büyük bir şeydir, imgelenmesi olanaksızdır; hiçbir tanıma sığmaz, onu hiçbir kitap alıkoyamaz, hiçbir sözcük kapsayamaz. Dolayısıyla ona herhangi bir dolambaçlı yöntemle, adaklarla, disiplin ya da guruyla gidemezsiniz. Beklemek zorundasınız, o size gelecektir, siz ona gidemezsiniz. İnsanın anlaması gereken en temel şey budur: Zihin, elbette, hakikate herhangi bir zihinsel oyunla, denetimle, erdemle, zorlamayla ya da baskıyla gidemez.

Zihnin bütün yapabileceği sessiz olmaktır—ama hakikate ulaşma niyeti olmadan. Bu en zor şeylerden biridir, çünkü hakikatin belirli şeyleri yaparak hemen deneyimlenebileceğini sanırız. Hakikat satın alınamaz, tıpkı sevginin satın alınamayacağı gibi. Eğer bunu en başından çok açık bir biçimde anlarsak, o zaman söylediklerim çok farklı ve kesin bir anlam kazanır. Yoksa kendinizle çelişik bir hal içinde olursunuz. Hakikatin, Tanrının ya da kalıcı bir halin olduğunu düşünüyorsunuz, onu istiyorsunuz, bunun için bir disiplin uyguluyorsunuz, çeşitli alıştırmalar yapıyorsunuz, ama hakikat satın alınamaz. Hiçbir ölçüde bağlılık, kendini adama, bilgi ya da erdem onu yaratamaz. Zihin özgür olmalıdır, hiçbir hattı, sınırı, koşullanması olmamalıdır. Bütün açgözlülük duygusu sona ermelidir, ama hakikati almak için değil.

Eğer insan bunu gerçekten anlamışsa, zihnin yaratıcılığının ne kadar olağanüstü bir şey olduğunu görür. O zaman zihni nasıl özgürleştireceğinizi gerçekten anlarsınız, böylece zihin tetikte seyreder, hiç sormaz, aramaz, hiçbir istemde bulunmaz.

Söylediğim gibi bireye konuşuyorum, çünkü kitle değil ancak birey değişebilir, ancak siz kendinizi dönüştürebilirsiniz; bu nedenle bireyin sonsuz ölçüde önemi vardır. Bireyin hiçbir önemi yokmuş gibi gruplar, kitleler, ırklar hakkında konuşmanın moda olduğunu biliyorum, ama her yaratıcı eylemde önemli olan bireydir. Her doğru eylem, her önemli karar, özgürlük arayışı, hakikat sorgulaması ancak anlayan bireyden çıkar. Yalnızca bireye konuşmamım nedeni bu. “Ben ne yapabilirim, birey ne yapabilir?” diye soracaksınız. Çok büyük karışıklıklar, ulusal ve dinsel bölünmeler, sefalet sorunları, açlık, savaş, işsizlik, hızlı bozulma ve parçalanma, bütün bunlar karşısında birey ne yapabilir? Hiçbir şey.

Birey dışarıda dağ gibi duran bu şeylerle başa çıkamaz, ama farklı bir eylem silsilesi yaratacak yeni bir düşünce akımı oluşturabilir. Dünyanın koşullarıyla ilgili hiçbir şey yapamaz, çünkü tarihsel olaylar yabanıl, acımasız, aldırmaz yerlerini almak zorundadır. Ama eğer sorunun bütünü üzerine gerçek anlamda düşünebilen yarım düzine insan varsa, bunlar birlikte farklı bir tutum ve eylem başlatabilirler; bireyin önemli olmasının nedeni işte budur. Ama eğer birey bu büyük karmaşayı,
önünde duran parçalanmış devasa dağı düzene koymak isterse, elinden çok az şey gelir; gerçekten de görülebileceği gibi bunlara hiçbir etkisi olmaz; ama içimizden herhangi biri tüm zihin sürecini anlama çabası içinde olan gerçek bir bireyse, o zaman yaratıcı bir varlık, özgür bir insan, koşullanmalardan kurtulmuş, hakikati bir sonuç için değil kendisi için aramaya yetkin biri olur.

Dediğim gibi, zihnin kavrayabilmesinin, üzerinde varsayımda bulunabilmesi ya da sözcüklere indirgemesinin pek olanaklı görülmediği o gerçeklik size, bireye gelmelidir. Siz ona gidemezsiniz. Unutulmamalıdır ki, bireysel zihin, bu aynı zamanda kolektif zihindir, çok açıkça söylersek dardır, sınırlıdır, yabanıldır, çirkindir, bencildir, kibirlidir. Böyle bir zihin bilinmeyeni nasıl davet edebilir? Ne düşünürse düşünsün sınırlı, küçük olacaktır—Tanrıları bile öyledir. Tanrınız zihnin buluşudur. Ona elbiseler giydirebilirsiniz, ama o elbiseler sizindir; o sizin Tanrınızdır, ama hakikat, gerçeklik değildir. Ne yaparsanız yapın gerçeklik davet edilemez; o size gelmelidir. Dolayısıyla insan ne yapmalıdır?

Zihin tarafından yaratılmamış bir şeyi zihin nasıl deneyimler? Bu ancak zihin kendi sürecini, kendi yollarını anlamaya başladığı zaman olanaklıdır. Süreç sözcüğünü bir amaç için araç anlamında kullanmıyorum. Süreç sözcüğüyle genellikle belirli bir şey yaparsanız bir sonuç olacağını söylemek isteriz—makineyi yağlarsanız makine olması gerektiği gibi çalışır; eğer belirli disiplinleri izlerseniz, kendinizi adarsanız karşılığında bir şey alırsınız. Sözcüğü bu anlamda kullanmıyorum. Süreç sözcüğünü zihnin çalıştığı biçimde işlemesi anlamında kullanıyorum, bir sonuç araması anlamında değil.

Dolayısıyla zihin bütün çabadan özgür olduğu bu hale gelmelidir. Çaba ve çatışma sorununu, zihnin hakikate ulaşmak için çatışma olmadan ulaşabildiği bir halin olup olmadığını tartışmak istiyorum. Ancak zihin kendisiyle çelişmeyi durdurduğu ve böylece çatışmayı sona erdirdiği zaman bakmaya ve anlamaya yetkindir. Çatışma içinde olan bir zihnin kesinlikle bir şey anlayamayacağı oldukça açıktır, bu nedenle zihnin neden kendisiyle çelişki halinde olduğunu bulmak istiyoruz. Eğer zihnin kendi içindeki çatışmayı anlayabilirsek, kuşkusuz çok daha ileri gideriz; çünkü bu, kişinin kendi içinde neden çelişkinin olduğunu gösterir. Eğer bu soruya yavaş yavaş, adım adım girebilirsek, karşı çıkmadan gerçekten izlerseniz, o zaman belki içinde çatışma olmayan bir zihin haline gelirsiniz. Ama yalnızca sözlerimi kabul etmekle kalamazsınız; bunun anlamı aynı zamanda çalışmanız gerektiğidir, yalnızca dinlemeniz değil, kendi zihninizin işleyişinin farkına varmanız gerektiğidir. Ben yalnızca açıklıyorum, kendi zihninizi işlerken izlemekse sizin işiniz.

Öncelikle, yaşamımızda çatışma neden var? Genellikle çatışmayı olması gerek, kaçınılmaz, insan doğduğundan beri çatışma içindedir diyerek kabul ederiz ve onun üstesinden gelmek için yollar, araçlar bulmaya çalışırız. İlişkilerde, siyasi ya da başka alanlarda çatışma vardır, bu da kendiyle çelişkiyi doğurur; aynı zamanda ne olmamız gerektiğini duyumsadığımız ve ne olduğumuz arasında da dışsal bir çelişki vardır. Çelişkinin neden var olduğunu bulmak istiyorum. Onun doğal bir şey olduğunu, kaçınılmaz olduğunu, hiçbir çözümün olmadığını ve bu nedenle ondan kaçmamız gerektiğini kabul etmiyorum. Bu olgunlaşmamış bir düşünme biçimi. Onu anlamak istiyorum, dolayısıyla bir yana çekilmeyeceğim, ondan kaçıp bir guruya ya da sinemaya gitmeyeceğim. Çatışma içindeyken bir kitaba yönelmek, bir guruya gitmek, derin meditasyon yapmak, bana göre bunların hepsi içki içmekle aynıdır. İnsanın bu içsel çelişkiyi ortadan kaldırıp kaldıramayacağını anlamak istiyorum. Eğer bu açıksa buradan başlayabiliriz, lütfen sonunda “Neden doğum kontrolünden söz etmediniz?” ya da “Ben buraya dinin ne olduğunu, Tanrının var olup olmadığını bulmaya geldim...” demeyin.

Çelişki içindeki bir zihin hakikatle ilgili hiçbir şey bulamaz. Şöyle bir düşünün—çelişki içindeyken çelişkili olmayan bir şeyi nasıl bilebilirsiniz? Hiçbir karşıtı, bölünmesi olmayan, ölçülemez bir hali nasıl bilebilirsiniz? Kendi içinizdeki çelişkiyi ortadan kaldırıp kaldıramayacağınızı bulduğunuz zaman bu soruya kendiniz yanıt verecek, bunun hakikatini bulacaksınız. Bu kesinlikle zorunlu. Şu an aradığınız şey çelişkinin ortadan kaldırılması değil, kendi huzurunuz, zihninizin rahatsız edilmeyeceği bir hal. Bu bir yanardağın üstünde oturup “Huzur istiyorum” demeye benzer. Hiçbir anlamı yoktur. Dolayısıyla şöyle diyorum: “Yanardağın içinde ne olduğunu araştıralım, çirkin, hayvani, güzel ne varsa her şeyi dışarı çıkaralım—çıkaralım ve bakalım, bunun anlamı zihnin hiçbir korkusunun olmaması gerektiğidir.” Birlikte derinlerine inelim.



Bizde neden bu çelişkili hal var? En alt düzeyden başlayalım. Para isterim, ama aynı zamanda istemem, çünkü yoksul olmak iyidir. Tüm kalbiyle “Zengin olmak istiyorum,” diyen ve paranın peşinden giden insandan söz etmiyorum; böyle birinde çelişki yoktur. Enerji doludur, çünkü saldırgan, zalim, acımasız ve ahlaksızdır, şiddet doludur; para ister, konum ister; dolayısıyla içinde çatışma yoktur. Hitler, Kruçev ve dünyanın bütün liderleri—hiçbirinin içinde çelişki bilinci yoktur, çünkü bir şeyi isterler ve doğru ya da eğri araçlarla onun peşinden giderler. Biz de o durumda olmak istiyoruz, ama ne yazık ki değiliz. Çelişki içindeyiz ve sürekli huzurun olacağı, hiçbir çelişkinin olmayacağı bir zihin hali istiyoruz. Ya da deli bir adamı ele alalım. Onun için hiçbir çelişki yoktur, çünkü yalnızca “Ben Tanrıyım”, “Ben Napolyon’um” der ya da kendini başka bir inançla tanımlar, dolayısıyla çelişki duygusu yoktur. Ne imgelerse odur ve böyle olduğu için enerji doludur.

Böyle insanlara hiç dikkat etmediniz mi? Dünyayı bir aşağı bir yukarı gezerler, şunu yaparlar bunu yaparlar, çünkü tamamıyla bir fikre kapılmışlardır, tam anlamıyla onun içine çekilmişlerdir. Biz de bu halde olmak isteriz. Bu nedenle kendimize uygun bir şey buluncaya kadar çeşitli fikirlerin peşinden koşarız, sonra da dururuz. Öyleyse yeniden sormalıyız: “Bu çelişki bizde neden var?” Çelişki çatışmadır, değil mi? Eğer ben açgözlüysem ve açgözlü olmak istemiyorsam, o anda bende çatışma oluşturacak bir çelişki hali var demektir. Ama eğer tam anlamıyla açgözlüysem çatışma yoktur. Ya da tam anlamıyla tokgözlü biriysem yine çatışma yoktur. Zekiysek, zihnimiz tetikteyse, hiç durmadan güçlenen ve kurtulması kolay olmayan bu çelişki neden var? İnsan ne kadar güçlü, ne kadar etkin, ne kadar tutkuluysa o kadar enerji doludur. Derin, kalıcı bir çelişki oluşturduktan sonra yaşamın bir parçalanma ve yanılsama süreci olduğunu söyleyerek ve hiç durmadan felsefeler üreterek ondan kaçmayı deneyinceye kadar çelişki daha da büyür. Oysa ben bu çelişkinin tamamıyla ortadan kaldırılabileceğini düşünüyorum; parça parça değil, tamamıyla. Bir şeyi sevdiğiniz, bir şeyle ilgilendiğiniz zaman onun üzerinde çalışırken, herhangi bir çaba söz konusu değildir.

Çoğumuz için çalışmak çabadır; ofise gitmek, yapmak istemediğiniz şeyleri yapmak, kendinizi disiplin altına sokmak, bunların anlamı çalışmaktır, çabadır. Ama eğer çelişkiyi anlamak için kullandığımız sözcüklerin ötesine gidebilirseniz, çabanın olmadığı bir hal bulursunuz. Şiddete ve şiddetsizliğe bir bakalım. Şiddet yüklüyüz ve şiddet yüklü olmamamız gerektiğini söyleriz. Şiddetsizlik ideal olandır; kendini şiddet yüklü hisseden zihnin yansıttığı bir şeydir. Dolayısıyla şiddetsizliği bir ideal yaparsınız ve şiddeti bu ideale dönüştürmeye çalışırsınız. Ama şiddetsizliğin hiçbir gerçekliği yoktur! Açıkçası, hiçbir idealin gerçekliği yoktur. Bana hemen kolayca katılamazsınız, çünkü zihinden fikirleri, idealleri atmak çok zordur; başka bir deyişle zihniniz ideallerle koşullanmış, yeni bir fikri kabul edemez. Nasıl bir deli kendi fikriyle büyülenmişse siz de ideallerle büyüleniyorsunuz. Size hakaret etmiyorum; yalnızca alışkanlıklarla düşünen bir zihnin yeni bir fikri ele almasının zor olduğunu söylüyorum. İdeallerin nasıl yaratıldığını çok açık bir biçimde görebiliriz. Ben bir şeyim—şiddet yüklü, açgözlü ya da ne derseniz öyle biriyim—ve sözde ideale, karşıtına dönüşmek istiyorum. Dolayısıyla, gerçekte ne isem onun karşıt idealini yaratırım ve sonsuz türlülükte çatışmalarım başlar. Ben buyum ama şu olmam gerek; çatışmanın kaynağı budur. Zihin “Değilim ama olmam gerek” dediği an, bütün çatışma süreci başlamıştır.

Çoğunuz çaba göstermezseniz bozulacağınızı, ot gibi yaşayacağınızı, eğer hiç baskı, çatışma, zorlama yoksa bir inek gibi olacağınızı düşünürsünüz. Bu nedenle çocuklarınızı—toplumun, bütün dünyanın yaptığı gibi—bir şey olma çabasına bağlı kalarak yetiştirirsiniz, bunda da sürekli bir çatışma devinimi vardır. Dolayısıyla bir ideal olduğu sürece çatışmanın olması gerektiğini, zihin gelecekle, ne olması gerektiğiyle ilgilendiği sürece olanla ilgilenmeyeceğini görebiliyorum. İnsanın bölünmüş bir zihninin olamayacağı, zihnin bir bölümü şiddetsizlikle uğraşırken, diğer bölümünün de şiddetle uğraşamayacağı son derece açık. Bu nedenle, gördüğünüz gibi, zihinde herhangi bir ideal olduğu sürece bir çelişki halinin olması zorunludur. Bu yalnızca olanı kabul edebileceğiniz ve durgunlaşacağınız anlamına gelmez.

Gerçek devrim ideallerinizi bir kenara koyabildiğiniz zaman başlar—ve bu ne kadar da zordur! İdeallerle yetiştirildiniz. Bütün kitaplar, azizler, profesörler, bilgili insanlar, herkes ideallerinizin olması gerektiğini söylediler ve bu düşünce alışkanlığa dönüştü. Bu düşünce tam anlamıyla bir alışkanlık. O kadar çok hoş ideallere tutunuyorsunuz ki, biri gelip de size bu ideallerin çok saçma olduğunu, hiçbir gerçekliklerinin olmadığını söylediğinde, zihnin söylenenin gerçekten doğru olduğunu görmesi hakikati bilmesidir. Hakikat tepelerin, dağların ötesinde, uzakta bir şey değildir. Basit şeylerde hakiki olanın algılanmasıdır; eğer şu an söylediğimiz şeylerin hakikatini görürseniz, ideallerin alışkanlığından kurtulursunuz.

Ama yüzyıllardır ideallere göre yetiştirildiniz—bir şey olmanız, yönetici ya da başkan olmanız gerektiği idealine göre; eğer bunlardan biri olamazsanız bu kez de aziz olmaya yönelirsiniz. Bu dünyada ya da sözde tinsel dünyada her zaman bir şey olmayı istiyorsunuz. Dolayısıyla burası ve orası için idealleriniz var. Bu nedenle büyük bir çatışma alanı kurmuşsunuz, ki bu da alışkanlıktır. Öylesine güçlü, zaptedilemez bir alışkanlığa dönüşmüştür, ama siz bunu düşünmemişsinizdir.

Alışkanlıktan kurtulmak çok zordur, çünkü olacaklardan korkarsınız. İnsanlarla ilişkiniz değişir; başkalarının dediklerini artık hemen kabul etmezsiniz. Sorgulamaya başlarsınız. İşinizi kaybedebilirsiniz. Dolayısıyla korku araya girer ve emreder. Korku şöyle der: “Bütün bunları bırakma, yoksa sonra ne olur?” Karınız ideallere inanıyorsa ve siz idealleri bırakırsanız, evde sürekli tartışma çıkacaktır. Siz kimsiniz ki yerleşmiş bütün yetkeye karşı geleceksiniz? Bunu yapmaya ne hakkınız var? Dolayısıyla toplum sizi bastırır. Bilinç altında korkarsınız ve “Lütfen; bu idealleri, hiçbir anlamı olmadığını bilerek, yalnızca sözel olarak kabul edeceğim,” dersiniz. Ama çatışma sorununu böyle çözemezsiniz.

Çatışma ortaya çıkar, çünkü insan, olan sorunu asla olması gerekene bakmaksızın çözemedi. Olanı anlamak büyük bir dikkat, duyarlı bir araştırma ve sorgulama gerektirir; oysa bir ideali izlemek kolaydır—ve hiçbir anlamı yoktur. Eğer siz “Şiddet yüklüyüm ve şiddetsizlikle ilgili bütün saçma idealleri dikkate almadan şiddeti anlayacağım” derseniz, durumunuz açıktır. Böylece şu soru ortaya çıkar: İdealden özgür olduğunuza göre, olanı değiştirmek için çalışmayacak mısınız? İdeal, önceleri, olanı değiştirmeniz için bir kaldıraç görevi görüyordu. Şiddet yüklü olma fikrinin sizi şiddetten kurtarabilecek bir etki olarak devindiğini düşünüyordunuz. Başka bir deyişle, ideal yoluyla çelişki yaratarak, çatışma yoluyla şiddetten kurtulacağımızı umarız. Ama bunda hiç başarılı olamadık. Şiddet dışsal ya da bastırılmış olarak zalimlikle bir aradadır ve kendi sonuçlarını üretir. Yalnızca şiddetle, karşıtına tutunmadan, başbaşa kalabilir miyim? Eğer kalabilirsem, çatışmanın bir nedenini, belki de başlıca nedenini ortadan kaldırmış olurum.

İdeallerden özgürleşmek oldukça zordur, idealleri dışsal olarak ortadan kaldırabilirsiniz, ama içsel olarak yine de vardır—bunlar size ne yapmanız gerektiğini söyleyen sözde içsel deneyimlerdir. Dış yetkeyi yadsıyabilirsiniz; oldukça zeki insanlar bunu yapıyorlar, ama yine de içte bir şey olmak istiyorlar, yalnızca bir kasabanın ve okulun patronu olmayı istemiyorlar, tinsel, kusursuz, huzurlu bir zihin halini de istiyorlar. Huzurlu olma arzusu huzurlu olmadığınız anlamına gelir, bu nedenle gerçeği yakalamak zorundasınız. İşte çelişkinin karmaşık doğasını görüyorsunuz! Bu ideallerin ne kadar saçma olduğunu söyleseniz de bunlar bilinçaltına atılırlar. Bütün ırkımız ideallere gömülüdür. Bu saçma ideallerden birkaçını ortadan kaldırmak önemsizdir, zihnin bütün sürecini anlamak zorundasınız.

Birçoğumuz için zorluklardan biri de bütünü görebilme yetkinliğinde olmayışımızdır. Yalnızca parçayı görürüz. Hemen “Bütünü nasıl görürüm?” diye sormayın. Sorun bu değil. Sorun zihnimizin bütünü bir bakışta göremeyecek kadar küçük olması. Dağın bütününü göremeyiz, çünkü zihnimiz küçüktür, sınırlıdır, ayrıntılarla ilgilenir, ama ayrıntıların biriktirilmesi bütünü oluşturmaz. Lütfen kendinize sorun; neden zihniniz bütün idealleştirme sürecinin yanlışlığından tam anlamıyla özgür olarak hakikati algılamıyor? Her bir ideali tek tek ortadan kaldırarak mı ilerlemek zorundayız? Bu çok büyük bir iş olmalı, değil mi? Her geçen gün onlarla uğraşmak, onları kaldırıp atmak; birini diğerinden sonra alıp ortadan kaldırmak—bunu tek tek yapmak uzun yıllar alır. Peki bu ideallerin bütünüyle gereksiz olduğu hakikatini, bu yalın hakikati göremez miyim? Bunun büyük önemini bir anda göremez miyim ve gördüğüm bu hakikatin işlemesine olanak tanıyamaz mıyım?

Bir kobranın ısırdığı zaman öldürebileceğini hepiniz biliyorsunuz. Bu bir olgu. Peki ne yaparsınız? Ormanlık bir alana gidip gece yürüyüşü yaptığınızda doğal olarak çok dikkatli davranırsınız. “Kobraları düşünmem gerek” demenize gerek yoktur. Isırılma korkusu içinizde işlemektedir. Ya da banyoda etiketli bir şişe zehir olabilir. İçindeki sıvı zehirlidir ve bu bir olgudur. Dolayısıyla zihniniz düşünmeden, karanlıkta bile, her an tetiktedir; o şişeyi alıp içmezsiniz. Kobranın ve şişenin içindeki zehirin tehlikeli olduğu hakikatini bilirsiniz ve zihniniz o tehlikeye karşı tetiktedir, yalnızca bir an değil her zaman için. Aynı biçimde, eğer ideallerin hiçbir gerçekliği olmadığı hakikatini bilirseniz, doğrudan tam anlamıyla görebilirseniz, ideallerin hiçbir değer taşımadığı hakikatinin algılanması kendi kendine işlemeye başlar. Sizin işlem yapmanıza gerek yoktur. O işleyecektir.




Eğer bunun hakikatini görürseniz, idealleri tek tek ortadan kaldırma çabasına gerek duymazsınız. Hakikat bunu yapacaktır. Değinmek istediğim nokta şu: Bir şeyin hakikatinin bütününü, dolaysızca, bir kobranın zehirli olduğu hakikati gibi göremez miyiz? Eğer çatışmanın sona ermesi gerektiği gerçeğini ve çatışmanın olmam gerektiğini düşündüğüm ve olduğum arasındaki bölünmeden kaynaklandığı gerçeğini görürseniz, o zaman bir şey yapmanıza gerek yoktur. Bilinçli zihniniz, etkisi önceden kestirilemeyen bilinçaltıyla uğraşamaz, ama görmüş olduğunuz hakikat bunu yapar. Bu hiç başınıza geldi mi? Başka bir deyişle, bütün bunların hakikatini görüyor musunuz? Belirtilerini değil, çünkü bu yalnızca keşf ve zaman sorunudur. Eğer bunun hakikatini duyumsuyorsanız, gelin şimdilik bunu bir yana bırakıp ‘olan’ı ele alalım, çünkü tüm gayretimiz kendi içimizdeki çelişkileri çözmek.

Çoğu insan çelişkide ne kadar gerilim varsa o kadar etkindir. Çelişkide gerilim vardır. Şiddet yüklüyüm ama şiddet yüklü olmamam gerekir; bu karşıtlık gerilim yaratır, siz de bu gerilimle hareket edersiniz, kitap yazarsınız ya da bu gerilimle ilgili bir şey yapmaya çalışırsınız. Şu anki bütün etkinliğimiz bu. Hindistan’da şiddet yüklü olmayan bir ırk olduğunuzu söylüyorsunuz. Tanrı bilir bu ne demek! Çünkü bana söylendiğine göre, bir ordu kuruyorsunuz ve paranızın yüzde 37’sini ona harcıyorsunuz. Bunun size ne yaptığına, yalnızca yoksul insanlara değil tüm ırka ne yaptığına bir bakın. Bir şey söylüyorsunuz, ama tam tersini yapıyorsunuz. Neden? Çünkü “Ordumuz olmazsa Pakistan saldırır” diyorsunuz, Pakistan da aynı saçmalığı söylüyor ve bu oyunu karşılıklı sürdürüyorsunuz. Yalnızca Hindistan değil bütün dünya aynı çelişki içinde—çok kibarız, insanları seviyoruz ve savaşa hazırlanıyoruz! Dolayısıyla bu ulus, bu ırk, grup, toplum, aile, birey çelişki halinde. Çelişki ne kadar yoğunsa, gerginlik o kadar büyük olur ve gerilim ne kadar büyükse etkinlik de o kadar büyük olur. Etkinlik bir kitap yazmaktan bir münzevi olmaya kadar çeşitli biçimler alır. Dolayısıyla her birimiz biraz şizofreni içindeyiz, çelişkili bir haldeyiz. Ve bundan nasıl kurtulacağımızı bilmediğimiz için dine yöneliriz, uyuşturucu alırız, kadınların peşinden koşarız ya da tapınağa gideriz—bu tür etkinlikler bizi olandan uzaklaştırır. Köyleri geliştiriyoruz, ama bu temel şeyi çözmeye çalışmıyoruz.

Dolayısıyla ‘olan’la ilgilenmek istiyorum, çünkü aksi durumda hep çelişki içinde olacağımı görüyorum. İçinde huzur dolu bir insanın tanrılara gereksinimi yoktur, çünkü kendi içinde, onaylama sınırlarının tümüyle ortadan kalktığı derinliklere, çok uzaklara gidebilir. Zihnin sonsuz olanı alabilmesinden önce bu sınırların sona ermesi gerekir. Yalnızca kabul etmeyin, çünkü bu yapılacak en zor şeylerden biridir ve kendi üzerinizde olağanüstü bir çalışma gerektirir. Bu çalışma çaba değildir. Çalışma yalnızca siz hâlâ bir şeye dönüşmek istediğiniz zaman çabaya, çatışmaya ve çelişkiye dönüşür.

Dolayısıyla ‘olan’ı, yani açgözlü olduğumu, şiddet yüklü olduğumu incelemek istiyorum. Bunu inceliyorum ve olana yaklaşmak için hiçbir çelişkinin olmaması gerektiğini görüyorum. Kendime bakmalı ve anlamalıyım, ama ne olmam gerektiğine göre değil. Bunu yapabilir miyim? Yine bunun yapılacak en zor şeylerden biri olduğunu göreceksiniz—olanı yargılama, karşılaştırma, kabul etme ve kınama olmadan incelemek; çünkü kınadığınız an çelişkinin alanı içine girersiniz. Öyleyse siz ve ben, çelişkiyi yaratan öğeyi, kabul ya da yadsıma öğelerini araya sokmadan, şiddete bakabilir miyiz? Kendi şiddetime bakabilir miyim? Çelişkiyi ortadan kaldırarak şiddete bakan zihnin hali nedir? Yalnızca gerçekle—şiddet yüklü, açgözlü, şehvetli olduğum olgusuyla—karşı karşıya kalırım, değil mi? Buna bakabilir miyim?

Bir olguya bakan zihnin hali nedir? Hiç bir kadına, bir erkeğe, bir çocuğa, bir çiçeğe, günbatımına baktınız mı? Baktığınızda ne olur? Başka bir şey düşünürsünüz, değil mi? Ne güzel bir erkek, ona bakmamalıyım, ya da ne güzel bir kadın, keşke eşim olsaydı dersiniz. Bir tepki olmaksızın bakamazsınız. Bir günbatımına baktığınızda yalnızca onun ne kadar güzel olduğunu ya da dünkü gibi olmadığını söylersiniz. Dolayısıyla hiç bakmamış olursunuz. Dünkü anınız bugünün algısını yok eder. Bir şeye açık, net ve yalın bir biçimde bakmak bizim için ne kadar da zor! Şimdi başka bir olguya bakalım. Neden beni dinliyorsunuz? Beni dinliyorsunuz, çünkü bir ünüm var. Sizin için bir şey yapabileceğimi düşünüyorsunuz. Entelektüel olarak hoşunuza gittiği için ya da başka nedenlerden dolayı beni dinlemeniz gerektiğini düşünüyorsunuz, dolayısıyla aslında dinlemiyorsunuz. Gerçekte olan şu; düşündüklerinizle söylediklerim çeliştiği sürece dinlemiyorsunuz. Benim hakkımda bildiğinizi düşündüğünüz şeyi dinliyorsunuz—ve gerçekte hiçbir şey bilmiyorsunuz! Önemli olan benimle ilgili bir şeyler bilmek değil, söylenenleri gerçekten izlemek; bunun bir temeli, gerçekliği, anlamı olup olmadığını ya da saçma, yanlış olup olmadığını bulmak. Önemli olan yalnızca bu, kişisel olarak benim hakkımda düşündükleriniz bütünüyle önemsiz.

Dolayısıyla soruyorum, hiç bir olguya baktınız mı? Lütfen eve gittiğinizde bunu yalnızca zevk için, gerçekten deneyin. Eğer odanızda bir çiçek varsa bakın ve zihnin ne yaptığını görün. Zihnin ona bakıp bakamadığını ya da hemen bu bir gül, solmuş bir gül deyip demediğini görün. Belki bir çiçeğe, eşinize, çocuğunuza bakabilirsiniz, ama kendinize bakmak, çelişki ya da kabul etkenlerini araya sokmadan tam olarak bakmak çok zordur. Herhangi bir kabul ya da yadsıma olmaksızın yalnızca şiddetime bakabilir miyim? Eğer denerseniz bunun ne kadar zor olduğunu bulursunuz, çünkü alışkanlık gelip yerleşir ve türlü şeyler söyler. Siyasi ya da dinsel bir olguya, açlık olgusuna bakmak dikkat gerektirir, çelişkili bir hal değil. Eğer çelişki varsa dikkat olamaz.

Dünyanın birçok yerinde açlık var, belki Amerika’da, Avrupa’da ya da Rusya’da değil, ama bütün Asya’da. Herkes bunu konuşuyor, ama ortada hiçbir şey yok. Neden? Komünistler, Sosyalistler, yenilikçiler, büyük siyasetçiler hep bunu konuşuyorlar, bütün dünya bunu konuşuyor, ama yine de yapılan bir şey yok. Açlık bir olgu, diğer bir olgu ise her grubun açlığı kendi dizgesine göre çözmek istemesi ve “benim dizgem seninkinden daha iyi” demesi. Ulusal bölünmeler, siyasi gücün yönlendirmesi olduğu için bu böyle sürüp gidiyor. Bu nedenle kimse açlık sorununu çözmek istemiyor. Yalnızca kendi diledikleri gibi hareket etmek istiyorlar. Bütün bunlar birer olgu. Öyleyse zihnin bir olguya nasıl baktığını bulabilir misiniz? Sizin olguya yaklaşımınız olgunun kendisinden çok daha önemli, çünkü eğer ona doğru yaklaşırsanız olgu olağanüstü bir değişime uğrar.



Krishnamurti; Hakikat ile gerçeklik arasındaki ayrımı bulmak istiyoruz. Düşüncenin mantıklı ve mantıksız olarak düşündüğü her şeyin gerçeklik olduğunu söyledik. Çarpıtılmış veya açık seçik uslamlanmış olabilir, yine de gerçekliktir. Benim söylediğim , bu gerçekliğin hakikatle hiç bir ilgisinin olmadığı.

David Bohm; Evet, ama, bunun yanında gerçekliğin salt düşünceden daha çoğunu kapsadığını söylemeliyiz. Edimsellik sorunu da var. Şey, edimsel midir? Şeyin varoluşu edimsel bir olgu mudur? Sözlüğe göre, olgu, edimsel olarak yapılan, olan, algılanan anlamına geliyor.

K; Evet, olguyla ne demek istediğimizi anlamamamız gerek.

DB: Olgu, edimsel olarak gerçekleşen eylemdir. Diyelim ki, karanlık bir yolda yürüyorsunuz ve bir şey gördüğünüzü sanıyorsunuz. Gerçek olabilir, olmayabilir. Bir an gerçek olduğunu, hemen sonra gerçek olmadığını duyumsuyorsunuz. Ama sonra birdenbire ona dokunuyorsunuz ve o sizin hareketinize dreniyor. Bu edimle temas kurduğunuz şeyin gerçek olduğu o anda açığa çıkıyor. Ama böyle bir temas olmasa, onun gerçek olmadığını, belki de bir yanılsama ya da en azından yanlışlıkla gerçek sanılan bir şey olduğunu söylersiniz.

K; Ama elbette, o şey yine dedüşüncenin düşündüğü bir gerçekliktir. Ama gerçekliğin hakikatle bir ilgisi yoktur.

DB;Ama, şimdi gelin, "şey"i tartışmaya devam edelim. İngilizce thing(şey) sözcüğünün kökü koşullandırmak, koşullar koymak ya da belirlemek anlamına gelen Almanca bedingen sözcüğüyle temelde aynıdır. Gerçekten de bir "şey"in zorunlu olarak koşullanöış olduğunu kabul etmeliyiz.

K; Koşullanmıştır, evet, bunu kabul edelim.

DB; Bu bir kilit nokta. Gerçekliğin her biçimi koşullanmıştır. Dolayısıyla, yanılsama yine de koşullanmış gerçekliğin bir biçimidir. Örneğin, dengeli bir halde olmadığı için, bir insanın kanının, farklı bir yapısı olabilir. Çarpıtır, çok heyecanlı olabilir ve bu nedenle yanılsamaya düşebilir. Dolayısıyla, her şey koşullarla belirlenir ve aynı zamanda başka şeyleri koşullandırır.

K; Evet.

DB;Her şey karşılıklı koşullandırma anlamında birbiriyle bağlantılıdır ve biz buna etki deriz. Fizikte bu çok açıktır. Bütün gezegenler birbirini etkiler, bütün atomlar da birbirlerini etkiler. Benim önerim şu; belki düşünce ve bilinci, bu bütünsel etki zincirinin parçası olarak ele alabiliriz.

K; Çok doğru.

DB;Dolayısıyla her şey bilinci etkileyebilir, bilinç de bunun karşılığında şeylerin biçimini etkiler, tıpkı bizim nesneler yaptığımız gibi. Öyleyse, bütün bunların gerçeklik olduğunu, düşüncenin de bu nedenle gerçek olduğunu söyleyebiliriz.

K; Düşünce gerçektir.

DB;Ve gerçekliğin bir bölümü, gerçekliğin diğer bir bölümünü etkiler.

K; Aynı zamanda yanılsamanın bir bölümü de yanılsamanın diğer bir bölümünü etkiler.

DB;Evet, ama şimdi dikkatli olmalıyız. çünkü insan yapımı olmayan, insanoğlunun tarafından oluşturulmamış bir gerçekliğin olduğunu da söyleyebiliriz. Ama, o da yine sınırlıdır. Örneğin, bizim gördüğümüz kadarıyla evren, deneyimlerimizden etkilenir, bu nedenle sınırlıdır.

K; Doğru.

DB;Gördüğümüz her şeyi deneyimlerimiz, arkatasarımız yoluyla görüyoruz. Dolayısıyla gerçekliğin insandan tam anlamıyla bağımsız olması olanaksız.

K; Olamaz.


DB; Göreli bağımsız olabilir. Ağaç göreli bağımsız gerçekliktir, ama bilincimiz onu soyutlar.

K; İnsanın gerçekliğinin etki ve koşullanmanın sonucu olduğunu mu söylüyorsunuz?

DB; Evet, karşılıklı etki ve tepki.

K; İnsanın yanılsamaları da kendi ürünüdür.

DB; Evet, hepsi birbirine karışmış durumdadır.

K; Peki, aklı başında, mantıklı, sağlıklı, bütünsel bir insanın gerçeklik ve hakikatle ilişkisi nedir?

DB; Evet, bunun üzerine düşünmeliyiz, ama önce bu hakikat sorusuna bakabiliriz. Sözcük türevlerinin genellikle yararlı olduğunu düşünüyorum. True sözcüğünün latince karşılığı verus, "olan" anlamına gelir, tıpkı ingilizce was ve were ya da Almanca wahr sözcükleri gibi. Şimdi ingilizce true sözcüğünün kök anlamı dürüst ve saduktır; sık sık bir çizginin doğruluğundan ya da makinanın doğru işlediğinden söz ederiz.

K; Evet.

DB; Şimdi, eğer insan aklı başında ve sağlıklıysa, düşünce ya da bilinç dosdoğru deviniyorsa, "olan" a sadık olduğunu söyleyebiliriz. Yoksa, yapaydır, güvenilmezdir. Dolayısıyla, bilincin yapaylığı yalnızca yanlış bilgi değildir, hem de gerçeklik olarak çarpık bir biçimde devinmektedir.

K; Dolayısıyla, insan aklı başında, sağlıklı, bütünsel, mantıklı olduğu sürece ipinin de, çizgisinin de doğru olduğunu söylüyorsunuz.

DB; Evet, bilinç doğru bir çizgide devinir. Bu nedenle gerçekliği....

K;... çizgisi çarpıtılmış olan, mantıksız, sinirsel yapıda birinin gerçekliğinden farklıdır.

DB; Çok farklı. Belki, ikinci söylediğiniz deli bile olabilir. Deli insanların ne kadar farklı olduklarını görebiliriz- kimi zaman aynı gerçekliği bile göremezler.

K; Peki aklı başında, sağlıklı, bütünsel, kutsal insanın hakikatle ilişkisi nedir?

DB; Eğer, sözcüğün anlamını kabul ederseniz, hakikatın "olan" a sadık olmak kadar "olan" olduğunu da söylerseniz, bu insanın bütün olduğunu da söylemelisiniz.

K; Peki, aklı başında, bütünsel bir insanın hakikat olduğunu söylermisiniz?

DB; Hakikattir, evet.

K; Böyle bir insan hakikattir. Gerçeklik olan kimi şeyleri düşünebilir, ama kendisi hakikattir. Usdışı birşey düşünemez.

DB; Tam bunu söylemek istemedim, yanlış yapabileceğini söylemek istedim.

K; Kuşkusuz.

DB; Ama, yanlışı sürdürmez. Başka bir deyişle, yanlış yapan ve yanlışı kabul eden kişi onu değiştirir.

K; Evet, çok doğru.


DB; Ama, soruya geri dönmeliyiz; Hakikat herhangi bir belirli insanın ötesine gider mi? Diğer insanları da, doğayı da kapsar mı?

K;Bütün bunları kapsar.

DB; Evet, öyleyse hakikat birdir. Ama gerçeklik alanında çok farklı şeyler vardır. Her bir şey koşulludur, gerçekliğin tüm alanı koşulludur. Ama açıkça söylersek, hakikatın kendisi koşullu ve şeylere bağlı olamaz.

K; O zaman hakikat olan insanın gerçeklikle ilişkisi nedir?

DB; O her şeyi görür ve bunu yaparken gerçekliği kavrar. Kavaramak sözcüğünün anlamı hepsini birarada tutmaktır.

K; Gerçekliği ayırmaz. "Onu kavrıyorum, tutuyorum, görüyorum" der.

DB; Evet, kendisi ve her şey, hepsi bir gerçeklik alanıdır. Ama bu alanın içinde koşullanmış şeyler de vardır ve o koşulları kavrar.

K; Koşullanmayı kavradığı için koşullardan özgürdür.

DB; Öyleyse, düşünce üzerine temellendiği için, bütün bilgimizin, edimsel olarak koşullanmış bu gerçeklik alanının bir parçası olduğu çok net görülüyor.

K;Başka bir soru. Bilim adamı olduğumu varsayın; her tür koşullanmış ve koşullayıcı bilgiyle doluyum. Bir arada tutmak anlamında hakikatı nasıl kavrarım.

DB; Hakikati kavrayabileceğinizi sanmıyorum.

K; Bütün yaşamım boyunca çalıştım, yaşamımı bilgiye, yani gerçekliğe adadım, diyelim.

DB; Evet, hem de büyük bir gerçeklik.

K; Karşıma gelip "Hakikat başka bir yerde, bu hakikat değil" dediğinizi varsayalım. Sizi kabul ederim, çünkü onu bana gösterirsiniz, sonra "lütfen bana buradan oraya gitmem için yardım edin" derim. Çünkü, onu bir kere yakalarsam kavrarım. Eğer burada yaşayacak olursam kavrayışım her zaman parçalanmış kalır. Dolayısıyla, bilgim bana şunu söyler; "Bu gerçeklik,ama hakikat değil". Ve sizin gelip bana "Hayır, hakikat değil" dediğinizi varsayalım. Ben de sorarım; "Lütfen, bana buradan oraya nasıl gideceğimi söylermisin?"

DB; Gidemeyeceğimizi söylemiştik...

K; Kısaca ortaya koyuyorum. Ne yapmam gerekir?


DB; Bu bilginin bütün yapısı kesinlikle yanlıştır, çünkü gerçekliğim çarpıktır, bence bunu görmem gerekir.

K; Bilincimin içeriğinin bilgi olduğunu mu söylüyorsunuz?

DB; Evet.

K; Bu bilinci nasıl boşaltabilir, ama yine çarpıtılmamış bilgiyi nasıl tutabilirim-yoksa iş göremem- ve gerçekliği kavrayabileceğim bir hale, yada her neyse ona, nasıl ulaşabilirim? Bilemiyorum, yeterince açık mı?

DB; Evet.

K;Sorum şu; İnsan bilincim onun içeriğinden oluşur ve bu da bilgidir; bilinç birazı mantıksız birazı doğru bir bilgiler yığınıdır. Bu bilinç hakikati kavrayabilir mi ya da kendinde ortaya çıkarabilir mi?

DB; Hyır, bunu yapamaz.

K; Dolayısıyla, bu bilinç hakikate gidebilir mi? Gidemez. Peki ne?

DB; Bu bilinçte yanlışın algısı olabilir. Bu bilinç yanlıştır, bir başka deyişle doğru işlemez. Karışmış içeriğinden dolayı doğru işlemez.

K; Bu tutarsız.

DB; Her şeyi karıştırıyor.

K; Hayır "karıştırmıyor"; kendisi karmakarışık.

DB; Evet, devindiği biçimiyle karmakarışık. Öyleyse bu karışıklığın ana noktalarından biri şu ki, bilinç kendi üzerine yansıdığında, yansımanın bir özelliği vardır; Sanki bir ayna var ve bilinç ayna yoluyla kendine bakıyor gibi; ayna bilinci yansıtıyor, ama yansıttığı bilinç değil de bağımsız bir gerçeklikmiş gibi.

K; Evet.

DB; Bu nedenle bilincin edimi yanlıştır, çünkü bilinç sözde bağımsız gerçekliği geliştirmeye çalışır, oysa gerçekte bunu yapmak yalnızca işi karıştırmaktır. Şöyle söyleyeyim; Bilincin bütünü, her nasılsa, daha derin bir enerjiyle bağlantısı olan bir alettir. Bilinç bu biçimde bağlı olduğu sürece yanlış edim halini sürdürür.

K;Evet.

DB; Dolayısıyla, bilincin kendini bağımsız düşünce olarak yansıttığını görüyoruz, bu durumda gerekli olan, her nasıl olacaksa, bilincin enerjisini kesmektir. Bilincin bütününün bağlantısı kesilmeli, böylece adeta enerjiden yoksun yatıp kalsın.

K; Onu beslemeyin diyorsunuz. Bilincim karışık, karmaşa içinde, çelişik ve buna benzer şeyler var. Enerjisini bu çelişkiden, bu karışıklıktan alıyor.

DB; Enerjinin aslında bilinçten geldiğini söylemezdim, ama enerji geldiği sürece, bilinç karışıklık içinde kalmaya devam eder.

K; Enerji nereden gelir?

DB; Belki daha derin bir şeyden geldiğini söylememiz gerek.

K; Eğer enerji daha derin bir şeyden geliyorsa, o zaman tanrıların ve dışsal araçların alanına girmiş oluruz.

DB; Hayır, enerjinin dışsal bir araçtan geldiğini söylemek istemedim. Bir anlamda enerjinin "ben" den geldiğini söylemeyi yeğlerim.

K; Öyleyse, "ben" bu bilinç mi?

DB; Evet.

K; Dolayısıyla, içerik kendi enerjisini yaratıyor. Bunu mu söylemek istiyorsunuz?

DB; Bir anlamda evet, ama sorun şu ki içeriğin kendi enerjisini yaratması olanaksız gibi gözüküyor. İçerik kendi enerjisini yaratmaya yetkindir demiş oluyoruz.

K; Gerçekten de içerik kendi enerjisini yaratır. Bakın çelişki içinde olduğumda bu çelişki bana canlılık verir. Karşıt arzularım vardır. Karşıt arzularım varsa, enerjim de vardır, savaşırım. Dolayısıyla enerjiyi bu arzu yaratır- Tanrı ya da daha derin bir şey değil. Bu çok sık oynanan bir oyun. Dışarıda bir aracı, derin bir enerji olduğunu söylüyorlar- ama sonra yine eski alan geri dönüyoruz. Çelişkinin, arzunun, istencin, haz arayışının neden olduğu enerjinin bilincimin içeriği olduğunu anlıyorum; başka bir deyişle, bilinç kendi enerjisini yaratır. Gerçeklik bu; gerçeklik kendi enerjisini yaratır. "Enerjimi derinlerden alıyorum" diyebilirim, ama o yine de gerçekliktir.

(Not; bu söylenenler çok çarpıcı ve önemli)

DB; Evet, bunu kabul ettiğimizi varsayalım, ama asıl nokta bunun hakikatini görmek...

K;...Benim de ulaşmak istediğim şey bu.Bu enerji hakikatin enerjisinden farklı mıdır?

DB;Evet.

K; Farklıdır.

DB; Ama gelin, bunu şöyle ortaya koyalım; gerçekliğin çeşitli düzeylerde enerjisi olabilir.

K; Evet.

DB; Ama enerjinin belirli bir bölümü doğru çizgiden ayrılmıştır. Beynin bütün düşünce süreçlerini enerjiyle beslediğini varsayalım. Eğer, beyin karmaşa içindeki düşünce sürecini enerjiyle bir biçimde beslemeseydi, söz konusu şey düzelebilirdi.

K;İşte bu. Eğer bu enerji doğru bir çizgi üzerinde gidiyorsa, çelişkinin olmadığı bir gerçeklik durumunda demektir. Sonsuz bir enerjidir, çünkü sürtüşme yoktur. Peki bu enerji hakikatin enerjisinden farklı mıdır?

DB; Evet, farklıdır. Dha önce de tartıştığımız gibi daha derin, ortak bir kaynak olmalı.

K; Emin değilim. Her ikisinin de aynı kökten çıktığını ileri sürüyorsunuz.

DB; Evet, ama şu an için gerçekliği kavrayabilen hakikatin enerjisi var.

K; Tersi olamaz.

DB; Hayır, olamaz; ama sanki arada bir bağlantı var, hakikat gerçekliği kavrayınca, gerçeklik dosdoğru gidiyor. Yani sanki en azından bir biçimde bağlantı var.

K; Evet doğru, tek yönlü bir bağlantı var-hakikat onu sever, o hakikati sevmez.

DB; Ama bağlantı bir kere kurulursa, gerçeklik doğru bir biçimde işler, enerji harcamaz ya da karmaşa yaratmaz.


s:86) Güzel bir ev, bir bahçe görürsünüz, ve bir arzu doğar; bu arzu nasıl doğar? Arzunun doğası nedir?Nasıl doğar? Göstereceğim.Güzel bir bahçesi olan bir evin görsel algısı var; mimarisi güzel, ölçüleri renkleri hoş.Bu evi görürsünüz, sonra bu görü beyne iletilir; duyum oluşur; duyumdan arzu doğar; düşünce oluşur ve "Ona sahip olmalıyım" ya da "Ona sahip olamam" der.Bütün bunları izlediniz mi bilmiyorum.Öyleyse, arzunun başlaması düşüncenin başlamasındadır.Düşünce kimyasal olduğu kadar fizikseldir.Evin algılanması, duyumsanması, eğer dokunursanız temas, arzu ve düşünce söz konusudur.Bu dinsel, cinsel, görsel, psişik ve entelektüel olarak da böyledir.

...Bu arzu sona erebilir mi, sahip olma düşüncesiyle denmeyebilir mi?Algı, duyum arzu ve sona erme.Düşünce ortaya çıkıp "Yapmalıyıım" demeden --bunda denetim yoktur.Denetim olmadan gerçeklik dünyasında bir yaşam sürebilir misiniz diye soruyorum.Bütün yapılanlar bir arzudan, bir dürtüden, bir amaçtan, bir erekten ortaya çıkar.Bu çok yalın, değil mi?

Güzel, lezzetli bir omlet yerseniz, sonra ne olur?Beyin hazzı kaydeder ve hazzın yarın yinelenmesini ister.ama omlet asla aynısı olmayacaktır.Üzerinde durduğumuz nokta şu: tatmak ve bunun bir arzu, bir amaç olarak kayedetmemek.

S:Düşünceyi durduracak kadar hızlı değiliz.

K: Bu yüzden öğrenin.Düşüncenin hakkında öğrenin, onu nasıl durduracağınızı değil.İnsan zihninin ya da beyninin geleneğe bağlı olduğunu görüyorsunuz.Her zmaan "Yapmama, ne yapmam gerektiğini söyleyin" diyorsunuz. --geleneğin modeli bu.Söylediğimiz şey çok basit: yani görmek, duyum ve arzu.Bu devinimi kendinizde görebilirsiniz, değil mi?...herhangi bir şey gördüğünüz zaman duyum ve arzu oluşur.İzlerken tetikte olun, o zaman düşünceye yer olmadığını göreceksiniz.

Gerçeklik alanında çalışmanın o gerçekliğin doğası olduğunu öneriyorum.Dolayısıyla eğer anlayış varsa, sizde köklü bir değişim varsa, insanda çatışma sona ermişse, o zaman bu bütün insanlığın bilincine etki eder, çünkü siz dünyasınız, dünya da siz.İçeriğiyle birlikte bilinciniz dünyanın içeriğidir.

Şimdi soruyoruz:İnsan gerçeklik alanında çatışma olmadan yaşayabilir mi?Çünkü eğer yaşayamazsa, hakikat gerçeklikten bir kaçışa dönüşür.Dolayısıyla insan gerçekliğin bütün içeriğini, düşüncenin işleyişini, düşüncenin doğasının ne olduğunu anlamak zorundadır.

Gerçeklik alanı düşüncenin bilinçli ya da bilinçsizce biraraya getirdiği bütün her şeydir ve gerçekliğin temel belirtilerinden, hastalıklarından biri çatışmadır -- biyeler, sınıflar, uluslar, 'sen' ve 'ben' araasındaki çatışma.Çatışma, içsel ve dışsal olarak, düşüncenin yaratmış olduğu merkezle düşüncenin kendisi arasındadır, çünkü merkez , kendisinin düşünceden ayrı olduğunu düşünür.Merkez ve düşünce arasında ikilik çatışması vardır; bu çatışmadan düşünceyi, arzuyu denetleme dürtüsü doğar.

Peki hiç denetim olmadan bir yaşam sürmek olanaklı mı? denetim sözcüğünü çok dikkatli kullanıyorum; istediğiniz şeyi yapmak, izin almamak, kaba, aptal, ve anlamsız bütün modern alışkanlıklar anlamında değil.Denetim sözcüğünü tamamıyla farklı bir anlamda kullanıyoruz.Tam bir huzur halinde yaşamak isteyen kişi bu denetim sorununu anlamak zorundadır.Denetim merkez ve düşünce arasındadır -- düşünce farklı biçimler, nesneler, devinimler alır.Çatışmanın etkenlerinden biri arzu ve onun doyurulmasıdır.Arzu, algı ve duyum olduğunuda oluşur.Bu çok açık ve net.Peki zihin arzuyu devinime geçirmeden, onu tamamıyla fark edip sona erdirebilir mi?

S: Sonrasında arzuya yaşamsallık ve süreklilik veren anı beyinde kaydedilmez.

K: Doğru.Bu noktayı anladınız mı? Güzel bir resim görürüm , yanıtlardan biri ona sahip olmaktır.Ya da bu yanıtı vermeyebilirim, yalnızca bakıp yürüyebilirim; ama eğer sahip olma yönünde bir yanıt varsa bu duyum arzu olarak beyinde kaydedilir, o zaman beyin onu sahiplenmek ister, onun tadını çıkartmak ister.Peli resme bakıp, arzuyu görüp sona erdirebilir misiniz?Lütfen bunu deneyin, devinimin bütününü bir kez anlarsanız çok basittir.

..Merkez düşünceyi denetlemeye, biçimlendirmeye çalışır.Bütün çatışma sorunu bu noktada yatar.Arzu duyum --duyusal algı-- yoluyla ortaya çıkar ve nesnel şeylerin inanç içeren duyusal algısı yanılsamadır.Bir şey olmadığım halde öyle olduğuma inanabilirim; bu nedenle çatışma sorunu vardır.Bütünüyle çatışmanın olmadığı bir yaşam sürmek olanaklı mıdır?


s:123) İnsan arzu edilen bir sonuca, amaca, ödüle ulaşmak için psişik olarak zamanı bulmuştur.Bunu bir fikir olarak mı görüyorsunuz, yoksa gerçekten böyle mi?Öyle olduğu çok açık.O zaman insan --önemli olan nokta bu-- bir insanoğlu, bundan nasıl bütünüyle uzaklaşacak, bütün fikir, zaman kavramını değiştirecek? Bu ancak bütüne ilişkin bir içgörünüz olduğu zaman olanaklıdır diyorum; bu içgörüde çaba yoktur, yoğunlaşma yoktur.Gerçek meditasyon budur.

S:136) Zaman geçmiş , şimdi ve gelecektir.Zaman geçmiştir, bütün deneyimlerdir, insanoğlunun ulaşmış olduğu ve beyinde bellek olarak saklanan bilgidir.Bu çok açık.Ve geçmiş şimdi, bu anlamda işlemektedir.Bütün anılar, bütün bilgiler, bütün deneyimler, eğilimler arkatasardır ve şimdi bu arkatasar işlemektedir.Dolayısıyla siz geçmişsiniz.Ve gelecek siz şimdi neyseniz odur, belki biraz değiştirilmiş olarak , ama gelece değiştirilmiş geçmiştir.Şimdide değiştirilen geçmiş gelecektir....eğer şimdide köklü bir değişim yoksa, bugün neyseniz yarın da o olursunuz.Gelecek şimdidir.
...kökten, temelde şimdi değişmek --gelecekte değil-- olanaklı mı? Bu çok yalın.Karmaşık hale sokmayın.Biz geçmişiz.Bununla ilgili bir sorun yok.Bu geçmiş, tepkilerle , zorluklarla, çeşitli yollarla değişir ve gelecek olur.

s:140) ...Ama eğer dinlerseniz, tepki vermeden, "Nasıl?" demeden gerçekten dinlerseniz, hoş bir müziği, bir kuş sesini dinlerseniz "zaman hep şimdidedir."Düşünce bir devinimdir, dolayısıyla düşünce ve zaman hep birliktedir.İki ayrı devinim değillerdir, sürekli tek bir devinimdir.Bu bir olgu.Dinleyin

...Eğer şimdi dinlerseniz, bu dinleyiş kendi enerjisini yaratır.Anlıyor musunuz? Söylenenlerin gerçekliğini dinlersem yalnızca dinlediğim için hiç tepki göstermezsem, bu gütün enerjimi dinlemek için topladığımı gösterir.Bunun anlamı ise dinlemeye çok büyük bir dikkat vermektir.Bu dinleyiş parçalanmanın etkenlerini, nedenlerini ortadan kaldırır.Eğer bir şey yaparsanız, olguya etki edersiniz.Ama eğer yalnızca gözlem varsa, çarpıtma, önyargı yoksa, büyük bir dikkat olan o gözlem, o algı, zaman ve düşünce duyusunu yakıp yok eder.

Bombay 9 Şubat 1985

s:146) Arzunun doğasını, nasıl oluştuğunu, çıkış noktasını, başlangıcının ne olduğunu bulmamız gerekir.Dünya üzerindeki her hayvanın arzusu vardır.

Peki arzunun çıkış noktası nedir?Duyumlarla yaşarız.Eğer hem biyolojik hem de psişik anlamda duyumlar olmasaydı, o zaman ölü insanlar olurduk.Görmek, temas ve duyum.
...Dolayısıyla duyum var, peki sonra ne olur? Çok basit örnek verelim.Mağazada güzel bir gömlek gördünüz.Onu görürsünüz, içeri girersiniz, ona dokunursunuz ve ona dokununca duyum oluşur."Vay canına ne kadar güzel bir malzemesi var" dersiniz.Sonra ne olur?Görmek ve temas ve duyum vardır; bundan sonra ne olur? Size benim söylememi mi bekliyorsunuz?Bunu bir başkası anlatmadan kendiniz görseniz, o zaman hem öğretmen hem de öğrenci olursunuz.Ama konuşmacı da içinde olmak üzere, birisinin söylediklerini tekrar üzerine tekrar edersiniz, o zaman sıradan, düşüncesiz ve yineleyici biri olarak kalırsınız.

Görmek temas ve duyum vardır... Sonra düşünce gelir ve benim olsaydı ne iyi olurdur der.Peki ne olmuştur?Düşünce duyumu biçimlendirir.düşünce duyuma sizin ...imgesini verir.Düşüncenin sizin ... imgesi yarattığı anda, hemen o anda arzu doğar.Düşünce duyuma biçim ve imge verdiği zaman arzu doğar.Şimdi sorun şu:...Gömleği görmek, ona dokunmak, ama düşüncenin imge yaratmasına izin vermemek ve aradaki boşluğu korumak olanaklı mıdır?

İnsan disiplinin de ne olduğunu anlamalı.O zaman gelin disiplinle ilgili konuşalım, arzu konusuna daha sonra geri döneriz.Disiplin sözcüğü öğrenci, mürit (disciple) sözcüğünden gelir.Sözcüğün etimolojik kökü öğrenen kişi , ustasından öğrenen öğrenci demektir.Uymadan, denetlemeden, bastırmadan, izlemeden, boyun eğmeden öğrenmek.Başka bir deyişle, arzunun ne olduğunu öğreniyorsunuz , ezberlemiyorsunuz, ezberlemek öğrenmek değildir.

Çoğumuz bir modele göre disiplin altına alınmak için eğitildik; kopyala izle uy.Bütün yaptığımız budur, bu disiplinin düzen getireceğini umarız.Ama eğer insan öğreniyorsa, bu öğrenme onun kendi düzeni olur.Yasayla ya da başka bir şeyle zorla düzen sahibi olamazsınız.

Öyleyse, düşünce duyumu imge vermek yoluyla biçimlendirdiği anda arzu doğar.Bunları duyumun çiçek açması için birbirinden ayrı tutmanın ve düşüncenin araya girmemesinin olanaklı olup olmadığını bulabilir misiniz, öğrenebilir misiniz? Bunları hiç yapmadınız.O zaman arzunun kendine uygun bir yeri olduğunu bulursunuz.Arzunun doğasını anladığınız anda onunla ilgili hiçbir çatışma kalmaz.

s:161) Bir şeyi istediğinizde onun ardından gidersiniz.Bunun anlamı, insanın uyuşuk değil biraz etkin olması gerektiğidir.Size yardımcı olacak hiçbir şey yok.Gerçek olanı anlamanız için gerçekten çaresiz olmalısınız.Bunu anlıyor musunuz bilmiyorum.Eğer gerçekten çaresizseniz, hiç kimseden, hiçbir kitaptan, hiçbir kişiden, hiçbir çevreden yardım yok demektir.Gerçekten bu çaresizlik halindeyken bir şey olur.Görmeye başlarsınız.

s:163) ...Ne olduğunu görün.Önce hiç çelişki yoktur; eğer kıskançsam kıskancımdır.Çelişki ancak kıskanç olmak istemediğim zaman vardır.Eğer bu durumda kalırsam olağanüstü enerjim olur.Enerji bir şeye odaklanan ve sonra netleşen ışık gibidir.Açık ve net olandan korkmazsınız, elinizi kolunuzu bağlamaz.Anladığınızı umarım.

Burada önemli olan kaçmak,çaba harcamak değil, yalnızca 'olan'la kalmaktır...Şeyin kendisi tüm içeriğini göstermeye başlar.






Poona, 10 Eylül 1958'de yaptığı konuşmanın metnini Anadolu Aydınlanma sitesinden


David Bohm'la olan görüşmeyi Felsefeekibi Dergisi'nin sitesinden alıntıladım.

Kitabı Ayna Yayınevi'nin sitesinden edinebilirsiniz

hayatın ödülü hayattır