Wednesday, October 30, 2013

İnanma Zorunluluğu Carlos Castaneda

Erk Öyküleri  s:116) "Bana kız arkadaşınla kedileri hakkında anlatmış olduğun öyküyü anımsatır mısın?" diye sordu kayıtsızca.
 Ona, bir çamaşırhanede, çamaşır makinesinin içinde neredeyse ölmek üzere olan iki yavru kedi bulan bir arkadaşımın daha önce anlatmış olduğum öyküsünden söz ediyordu. Yavruları çok iyi beslemiş, onlara bakmış ve yaşamlarını sağlamıştı. O iki yavru, biri kara, biri kızıl, iki azman kediye dönüşmüştü.
 Arkadaşım iki yıl sonra evini satmıştı. Ne kedileri yanında götürebiliyor ne de onlara başka bir yuva bulabiliyordu. O koşullar altından yapabileceği tek şey bir hayvan hastanesine götürüp ilaçla uyutmaktı.
 Ona yardım ettim. Kediler daha önce arabaya hiç binmemişlerdi; hayvanları dinginleştirmeye çabalamıştı. Kızı ısırıp tırmaladılar; özeliikle de Max adlı kızıl kedi. Sonunda, hayvan hastanesine geldiğimizde önce kara kediyi tuttu. Onu kollarına aldı, tek söz etmeden arabadan çıktı. Kedi onunla oynuyordu; hastanenin cam kapısını itip içeri girerken, hayvan patileriyle hafifçe ona vuruyordu.
 Max'a bir göz attım; arka koltukla oturuyordu. Kafamın devinimi onu korkutmuş olmalıydı ki birden sürücü koltuğunun altına dalıverdi. Koltuğu arkaya kaydırdım. Elimi ısırır ya da tırmalar korkusuyla, hayvanı tutmak istemedim. Kedi arabanın tabanında bir sinir çöküntüsü geçiriyordu, çok kaygılanmış gibiydi, nefesi hızlanmıştı. Bana baktı; gözlerimiz çakıştı. Bunaltıcı bir duygu sarmıştı beni. Bir şey beni eline geçirmişti; bir tür korku, umarsızlık, belki de olayın bir parçası olmanın verdiği bir sıkıntı.
 Max'a, bunun arkadaşımın kararı olduğunu, benim yalnızca ona yardım ettiğimi açıklamak gereği duydum. Kedi sözlerimi anlıyormuçasına bana bakmayı sürdürdü.
 Arkadaşımın gelip gelmediğini anlamak için bakındım. Cam kapıya doğru yaklaştığını görebiliyordum. Danışmadaki memurla konuşmaya başladı. Bedenimi yabansı bir sarsıntı kaplamıştı. Birden arabamın kapısını açtım.
 "Kaç, Max, kaç!" diye bağırdım kediye.
 Arabadan dışarı fırladı. Türünün gerçek bir örneği gibi bedenini yere yapıştırarak karşı kaldırıma geçti. Sokağın öte yanı boştu, arabalar park etmemişti. Max'ın sokak boyunca koştuğunu görebiliyordum. Büyük bir caddenin köşesine ulaştı, açık bir yağmur ızgarasından kanalizasyona dalıverdi.
 Arkadaşım geri geldi. Ona Max'ın gittiğini söyledim. Arabaya binerek tek söz etmeden kullanmaya başladı.
 Bunu izleyen aylarda, bu olay benim için bir simge olmuştu. Arabadan atlamadan önce bana son bir kez bakarken, Max'ın gözlerinde tekinsiz bir parıltı görmüştüm ya da öyle sanmıştım. O an, iğdiş edilmiş, aşırı kilolu yararsız hayvanın bir kediye dönüştüğüne inanmıştım.
 don Juan'a Max'ın yol boyunca koşup ızgaradan içeri daldığı sırada "kedi ruhunun" kusursuz olduğuna, belki de, yaşamının başka hiçbir aşamasında "kediliğinin" ortaya çıkamayacak olduğuna kanaat getirdiğimi söylemiştim. Bu olay bende unutulmaz bir izlenim bırakmıştı.
 Öyküyü tüm dostlarıma anlattım; öylesin çok anlattım ki kediyle aramda çok zevkli bir özdeşleşme oluştu.
 Kendimi Max'a benzetiyordum; aşırı düşkün, pek çok konuda evcilleşmiş biri... Gene de, öyle bir an gelir ki, insanın ruhu tüm varlığına hakim oluverir, diye düşünmekten alamıyordum kendimi. Tıpkı, Max'ın "kediliğinin" o yararsız, şişmiş bedenini ele geçirmesi gibi.
 don Juan öyküyü beğenmiş, kimi içten yorumlarda bulunmuıştu. İnsan ruhunun bir anda akıverip denetimi ele geçirmesinin çok zor olmadığını, ne var ki, bunu sürdürmenin ise savaşçılara has bir edim olduğunu söylemişti.

 "Ne olmuş kedilerin öyküsüne?" diye sordum.
 "Sen de, Max gibi, şansını denediğine inandığını söyledin bana," dedi.
 "Evet, inanıyorum."
 "Sana, bir savaşçı olarak buna inanıp sonra da işi oluruna bırakamazsın demek istemiştim. Max'ın durumunda, inanmak zorunda  olma, onun kaçışının yararsız bir deneme olduğunu kabul etmen anlamına gelir. Kanalizasyona atladığı an ölmüş olabilirdi. Boğulmuş, açlıktan ölmüş ya da sıçanlar tarafından yenilmiş olabilirdi. Bir savaşçı tüm bu olasılıkları göz önünde bulundurur, sonra en içrek tercihine uygun olarak inanmayı seçer.
 "Bir savaşçı olarak, Max'ın başardığına, yalnızca kaçmadığına bunun yanı sıra erkini de sürdürebildiğine inanmak zorundasın. Bu inanç yoksa, senin de hiçbir şeyin yoktur diyelim."
 Ayrım çok belirgindi, artık. Max'ın, yaşam boyu sürdürdüğü kedilikten uzak hayatını bildiğim için, başaracağına inanmayı yeğlediğimi anımsadım, birden.
 "İnsan çok kolay inanır." diye sürdürdü konuşmasını don Juan. "İnanmak zorunda olmak ise başka bir şey. Bu olayda, erk sana şahane bir ders vermiş, ama sen yalnızca bir bölümünü kullanma yolunu seçmişsin. Ne var, inanmak zorundaysan tüm olayı kullanmalısın."
 Usum son kerte duru bir konumdaydı, getirdiği her kavramı zorlamadan kavradığımı düşündüm.
 "Kusura bakma ama hâlâ anlamış değilsin," dedi, neredeyse fısıldayarak.
 Bana baktı. Bir süre karşılık verdim bu bakışa.
 "Peki ya öbür kediye ne oldu?" diye sordu.
 "Ha? Öbür kedi mi? diye?" diye, istemeden yineledim.
 Onu unutmuştum. Benim simgem Max'tı. Öbür kedinin benim için bir önemi yoktu.
 "Ama var!" diye bağırdı don Juan, düşüncemi dile getirdiğimde "İnanmak zorunda olmak demek, öbür kediyi de hesaba katmak demektir. Kendisini kötü yazgya götüren kişinin ellerini yalayarak oynaşan kediyi... Bu hayvan, inanarak, kedice yargılarıyla dolu olarak ölüme giden kediydi.
 "Max gibi olduğunu sanıyorsun, ama öbür kediyi unutuyorsun. Adını bile bilmiyorsun. İnanmak zorunda olma, her şeyi göz önünde bulundurmak demektir. Max'a benzediğine karar vermeden önce öbür kediye benziyor olabildiğini de göz önünde bulundurmalısın; kıçını kurtarmak için kaçıp talihini denemek yerine, mutlu olarak, yargılarınla dolu biçimde kötü yazgına yürüyor da olabilirsin."
 İnsanı merakta bırakan bir hüzün vardı sözlerinde, ya da bu hüzün belki de bana aitti. Öbür kediye benziyor olabileceğim düşüncesi hiç geçmemişti kafamdan. Son kerte rahatsızlık veren bir düşünceydi bu.
 Hafif bir gürültü ve kimi seslerin homurtulu tınısıyla zihinsel tartışmalarımdan kopuverdim. Polisler yerde yatan adamın çevresindeki insanları dağıtıyorlardı. Birisi adamın kafasının altına dertop edilmiş bir ceket yerleştirdi. Adam, sokağa paralel biçimde yatıyordu. Yüzü sokağa dönüktü. Oturduğum yerden, gözlerinin açık olduğunu neredeyse görebiliyordum.
 Don Juan iç geçirdi.
 "Ne müthişbir öğleden sonra," ded, göğe bakarak.
 "Mexico City'i sevmiyorum," dedim.
 "Neden?"
 "Kirli havadan nerfret ederim."
 Benimle aynı düşüncedeymişçesine kafasını tartımla salladı.
 "Seninle, çölde ya da dağlarda olmayı yeğlerdim." dedim.
 "Senin yerinde ben olsaydım, bunu asla söylemezdim," dedi.
 "Yanlış bir şey söylemek istemedim, don Juan,"
 "İkimiz de biliyoruz bunu. Ne demek istediğin önemli değil, o da başka. Bir savaşçı ya da herhangi bir adam başka bir yerde olmayı pek istemeyebilir; çünkü savaşçı meydan okuyarak yaşar, sıradan adam ise, ölümünün kendisini nerede bulacağını bilmez.
 "Şu, çimenlerin üzerinde yatan adama bir bak. Nesi var dersin?"
 "Ya sarhoş ya da hasta," dedim.
 "Ölüyor! dedi don Juan, son kerte inanmışlık içinde, "Buraya ilk oturduğumuzda, ölümünü, adamın çevresinde dolanırken gördüydüm. Sana, kalkma dememenin nedeni bu; isterse dolu yağsın, bu iş bitmeden kalkamazsın oradan. Beklediğimiz yora buydu. Akşama yaklaşıyoruz. Güneş şu anda batmak üzere. Bu senin erk saatin. Bak! Şu adamın görüntüsü yalnızca bizim için."
 Oturduğumuz yerden, adamı hiçbir engel olmadan görebiliyorduk. Kimi meraklı yayalar adamın öte tarafında bir yarım çember oluşturmuşlardı.
 Çimenlerin üzerinde yatan adamın görüntüsü bana gittikçe rahatsız edici gelmeye başlamişti. İnce ve esmerdi, henüz gençti. Kıvırcık, siyah saçları vardı. Gömleğinin düğmeleri açıktı, göğsü çıplaktı. Dirsekleri delik, "V" yaka bir süveterle eprimiş, gri bir pantolon giymişti. Rengi belirsiz ayakkabılarının bağları çözülmüştü. Nefes alıp almadığını anlayamıyordum. Gerçekten, don Juan'ın dediği gibi, ölüyor mu, diye merak ettim. Yoksa don Juan buradan bir hisse çıkarmak amacıyla olayı mı kullanıyordu? Onunla yaşadıklarım nedeniyle, her şeyi, o gizli planına uydurmasını bildiğine emindim artık.
 Uzun bir sessizliğin ardından ona döndüm. Gözleri kapalıydı, açmadan konuşmaya başladı.
 "O adam, şu an ölmek üzere," dedi. "İnanmıyorsun aslında, değil mi?"
 Gözlerini açıp bir an bana baktı.  Bakışı beni yerime mıhlayacak denli deliciydi.
 "Hayır, inanmıyorum," dedim.
 Her şeyin gereğinden kolay geliştiğini gerçekten hissetmiştim. Gelip parkın tam burasında oturmuştuk, sanki her şey sahneye konulmuş gibi, gözümüzün önünde bir de adam ölüyordu.
 "Dünya, kendi kendini ayarlamasını bilir." dedi, kuşkularımı dinledikten sonra. "Bu bir tezg âh değil. Bu bir yora, erkin edimidir bu."
 "Akıl destekli dünya, tüm bunları, daha önemli işlere koştuğumuz yolun üzerinde, geçerken bir an izlediimiz bir olaya dönüştürür. Bunun hakkında söyleyebileceğimiz tek şey, çimenler üzerinde yatan, belki de sarhoş bir adam olduğudur."
 "İstenç destekli dünya ise bunu, görebilmemizi sağlayan bir erk edimine dönüştürür. Adamın çevresinde dönen, kancalarını diplere, gittikçe diğlere ışıldayan telciklere sağlayan ölümü görebiliriliz. Işıldayan telciklerin gerginliklerini yitirdiklerini, birer birer yok olduklarını görebiliriz.
 "Biz ışıldayan varlıkların önünde iki olasılık vardır. sen, bu ikisinin arasında bir yerde, her şeyi hâlâ akıl başlığı altına toplamaya çabalayıp duruyorsun. Erkinin sana bir yora getirdiğini hâlâ nasıl göz ardı edersin? Seni beklediğim yerde beni bulduktan sonra --düşün, yalnızca yürüyerek geldin; ne düşündün, ne plan yaptın ne de bilerek aklını kullandın-- geldik bu parka oturduk; oturup bir yora beklerken bu adamı gördük. Her birimiz, onu kendimizce ayrımsadık; sen akılla, ben, istençle.
 "Bu ölen adam, erkin tüm savaşçılara daima sunmuş olduğu, bir santimetre küp boyundaki talihtir. Savaşçı esnekleşip bunu kıvırmasını bilir. Ben bunu kıvırdım, peki ya sen?"
 Yanıt veremedim. İçimde açılan çok derin bir yarığın bilincine vardım birden, bir an, sözünü ettiği o iki dünyayı bir biçimde algılayabildim.
 "Ne müthiş bir yoradır bu," diye sürdürdü. "Hepsi de senin için! Erk sana, ölümün, inanmak zorunda olmanın vazgeçilmez bir parçası olduğunu gösteriyor. Ölüm bilinci yoksa, her şey sıradanlaşır. Çünkü ölüm pusuda bekler, dünya ise anlaşılmaz bir gizemdir. Erk gösterdi sana, bunu. Ben yalnızca yoranın ayrıntılarının altını yönergeyi  senin için belirginleştirmek amacıyla çizdim. Ama, ayrıntıları bir araya getirirken, bugün sana söylediğim her şeye inanmak zorunda olduğumu da gösterdim, çünkü bunlar ruhumun seçimidir."
 Bir an göz göze bakıştık.
 "Bana okuduğun bir şiiri anımsadım şimdi," dedi gözlerini bana çevirerek. "Paris'te ölmeye ahdetmiş bir adamla ilgiliydi. Nasıldı o?"
 Bu, Cesar Vallejo'nun "Ak Taşın Üstündeki Kara Taş" adlı şiiriydi. Şiirin ilk iki kıtasını don Juan'a, arzusu üzerine, sayısız kez okumuştum.

 Paris'te öleceğim yağmur yağarken,
 şimdiden anımsadığım bir günde.
 Paris'te öleceğim --kaçmıyorum da--
 belki bugün gibi bir Güz Perşembesinde.

 Bir Perşembe olacak, çünkü bugün,
 bu dizelerin dizildiği Perşembe
 kemiklerim hissediyor dönüşü,
 tüm geçtiğim yol boyunca, bugün olduğunca
 görmedim kendimi, böylesine tek başına.

 Şiir, onulmaz bir hüzne boğmuştu beni.
 Don Juan, ölmek üzere olan adamın, Mexico City'nin sokaklarını, ölüm yeri olarak seçmesine yetecek kertede erki olduğuna inanmak zorunda olduğunu fısıldadı.
 "Yeniden, iki kedinin öyküsüne döndük, işte," dedi, "Max'ın, kendisini pusuda bekleyenin ne olduğunun bilincine vardığında, tıpkı şurada yatan adam gibi, en azından onu bekleyen son için uygun bir yer seçecek denli erke sahip olduğuna inanmak zorundayız. Ama, bir de öteki var, tıpkı ölümleri kendilerilerini çevrelerken tek başlarına olan, bilinçsiz, çirkin bir odanın tavanına ve duvarlarına bakınan sıradan adamlar gibi.
 "Şu anda ise her zaman yaşamış olduğu yerde ölüyor, sokaklarda. O üç polis, onun onur kıtasıdır. Sönüp giderken, gözleri sokağın öte yanındaki dükkânların ışığını son bir kez yakalayacak, arabaları, ağaçları çevrede dolanan insanları, kulakları son kez trafiğin ve gelip geçen insanların sesiyle dolacak.
 "Gördüğün gibi, ölümümüzün hep orada hazır olduğunun farkındalığı yoksa ne erk kalır ne de giz."
 Uzun süre adama baktım. Devinimsizdi. Belki de ölmüştü. Ama, inançsızlığımın önemi yoktu, artık. Don Juan haklıydı. Dünya'nın gizemine, açıklanamazlıkğına inanmak zorunda olmak, bir savaşçının en içrek seçiminin dışavurumuydu. Bu eksikse, başka hiçbir şey de olamazdı.
hayatın ödülü hayattır